08/12/2009 20:17
Bulutsuz bir yaz gecesi gökyüzüne bakan her insan, içinde yaşadığı evrenin nasıl oluştuğunu, onun sonsuzluğunu, içinde başka canlıların, belki de düşünebilir canlıların bulunabileceğini ya da sınırlı olduğunu, özellikle o sınırın ötesinde neler olabileceğini, dünyadakilerden başka canlı olmadığını, kapatılmış olduğu evrensel yalnızlığı ve karantinayı düşününce irkilir. Bu duygu coşkularımızın kaynağı, inançlarımızın temeli ve çok defa teslimiyetimizin nedeni olmuştur. İlk çağlardan beri evrenin yapısı üzerinde varsayımlar ileriye sürülmüş ve çok defa da bu görüşler, belirli çevrelerce politik baskı aracı olarak kullanılmıştır. Yüzyılımızın oldukça güvenilir ölçümlerinin ve gözlemlerinin ışığı altında ortaya atılan Anorganik Evrim Kuramı'nı incelemeden, evrenin oluşumu konusundaki düşüncelerin tarihsel gelişimine kısaca bir göz atalım. Gerek ilkçağlarda, gerekse ortaçağda, evrenin merkezinin dünya olduğu ve dünyanın da sabit durduğu savunulmuştur, tüm gök cisimlerinin dünyanın etrafını saran evrensel kürenin kabuğu üzerinde çakılı olduğu varsayılmıştır. Bu zarfın ötesi, Tanrısal gök olarak tanımlanmıştır. Buruno'ya kadar hemen tüm görüşlere evrenin sınırlı boyutlar içerisinde olduğu şeklindeydi. İlk ve ortaçağın değişik birçok toplumunda, Tanrı kavramının gök cisimleri ile özdeşleştirildiği görülmektedir. Gökyüzünün mekaniği konusunda ilk ciddi gözlemler, Asur, Babil., Mısır kültürlerinde yapılmış, bazı evrensel ölçümler ve ilkeler bulunmuştur. Fakat yaratılışı Konusundaki düşünceler çoğunlukla din adamlarının tekeline bırakılmıştır. İlk defa, GİORDANO BRUNO, yıldızların da bizim güneş sistemimiz gibi, gökte asılı olarak durduğunu ve evrenin sonsuz olduğunu zamanının din adamlarına ve filozoflarına karşı savundu. Çünkü BRUNO'ya göre, evren, Tanrının kendisiydi ve onu sınırlı düşünmek Tanrı Kavramına aykırı düşmekteydi. Düşüncelerinden dolayı 17 Şubat 1600 yılında, Roma'da, halkın gözü önünde yakıldı. IMMANUEL KANT, BRUNO'dan 150 yıl sonra, evreni Tanrının yarattığını savunarak, onun sonsuz büyük olması gerekeceğini, pozitif bir kanıta dayanmadan ileriye sürdü. Daha sonra OLBERS, gökyüzünün, geceleri neden karanlık olduğunu merak etti. Çünkü ışık ve renk gök cisimlerinin, ana hatlarıyla evrende homojen bir dağılım gösterdiği bilinmekteydi. Fizik yasalarından bilindiği kadarıyla, bir kaynaktan gelen ışık şiddeti uzaklığının karesiyle azalmaktaydı. Fakat buna karşın küresel bir şekilde, hacim, yarıçapın, yani uzaklığın küpüyle artmaktaydı. Dolayısıyla dünyaya ışık gönderen kaynakların ışık şiddeti, uzaklıklarının karesi oranında azalmasına karşın, bu kaynakların sayısı, uzaklığın küpü oranında çoğalmaktaydı (Şekil 9.2/al. Bu durumda, evrenin çapının büyüklüğü oranında, dünyaya gelen ışık miktarı, fazla olmalıydı. Halbuki geceleri karanlıktır, yani dünyanın gökyüzünü aydınlatacak kadar ışık gelmemektedir. Öyleyse evrenin boyutları sınırlı olmalıydı. OLBERS in bizzat kendisi, bu inanılmaz sınırlı evren tanımını ortadan kaldırmak için, ışık kaynaklarının gittikçe azaldığını varsaymıştır. Yüzyılımızda, ünlü fizikçi EİNSTEİN, evren konusunda hesaplarını yaparken, onun sabit boyutlar içerisinde çıktığını gördü. Sonuç kendisine dahil inanılmaz geldi. Bu nedenle sonucu değiştirmek için, denklemlerine, yanlışlığı sonradan saptanan, doğal kuvvetler dediği, bir takım kozmik terimler ekledi. HUBBLE, 1926 yılında, çıplak gözle görünmeyen; fakat fotoğraf camında iz meydana getiren, bizden çok uzak birtakım spiral nebulalar saptadı. Spiral nebulaların, uzun dalgalı ışık (kırmızı ışık) çıkardıkları, 1912 yılından beri bilinmekteydi. HUBBLE, 1929 yılında, bu nebulaların ışığının kırmızıya kaymasını, Doppler etkisi ile açıklayarak, ünlü kuramını ortaya attı. Yani tüm nebulalar bizden ve muhtemelen birbirlerinden büyük hızlarla uzaklaşmaktaydı, yani evren her saniye yapısını değiştirmekte, genişlemekteydi. Böylece dünyaya gönderdikleri ışının frekansında, kaynağın hızla uzaklaşmasından dolayı, azalma, yani ışığın döküldüğü yerde, ışığın kırmızıya kaydığı gözlenmekteydi. Işık kaynakları gözlenen yere doğru hızla yaklaşsaydı, ışıklarının maviye kaydığı, yani gözlem yerine ulaşan ışığın frekansında anma görülecekti (Şekil 9.3). Bu cisimlerin hızı bizden uzaklaştıkça artmaktaydı. Gözlenebilen en uzaktaki gök cisimleri (dünyadan 8 milyar ışık yılı uzakta ve 240.000 km/sn. hıza sahip) birkaç yıl içerisinde tamamen kayboluyor, yerlerini kuvvetli radyo dalgaları veren Quasare'Iara bırakıyorlardı. Kuazarların nasıl bir gök cismi olduğu tam olarak bilinmemektedir. Birçok astrofizikçi, cisimlerin, kuazarlara dönüştüğü bu bölgeleri, evrenin kıyıları olarak tanımlamada fikir birliği etmektedir. HUBBLE'ın bu bulgularını duyan EİNSTEİN, daha önce denklemlerine eklediği kozmik terimleri ve ilave sayıları, sessizce geri çekti. Çünkü, onlarsız yaptığı tüm işlemler hemen hemen doğruydu. Böylece evrenin büyüklüğünün sonlu, yapısının değişken olduğu kesin olarak kanıtlanmaktaydı. Evren patlarcasına genişliyor, buna bağlı olarak birim hacimdeki madde miktarı, yani yoğunluk azalıyordu. Bu genişlemenin bir başlangıç noktası olmalıydı.

Yapılan Yorumlar

Henüz kimse yorum yapmamış.

Bu sayfada yer alan bilgilerle ilgili sorularınızı sorabilir, eleştiri ve önerilerde bulunabilirsiniz. Yeni bilgiler ekleyerek sayfanın gelişmesine katkıda bulunabilirsiniz.

Yorum Yapın

Güvenlik Kodu
Popüler Sayfalar:
Son Ziyaretler: