19/09/2013 21:00
Alm. 1. Erzahlende Versdichtang (f), 2. (Helden-) Epos (n), Fr. Epique İng. Epic. Milletlerin inanç, fazîlet ve millî kahramanlık mâcerâlarının manzum hikâyeleri. Kelime asıl olarak Farsça “dâstân’dan gelmektedir. Türk dilinde destan şeklini alarak, Türkçeleşmiş bu edebî türün dışında, “dillere destan olmak”, tâbirinde görüldüğü gibi, başka mânâ da kazanmıştır. Batı dillerinde târihten önce veya târihin kuruluşu asırlarında söylenmiş efsânelere lejand (legande), daha çok târih devirlerindeki kahramanlar veya kahramanlıklar üstüne söylenmiş efsânelere de epope (epopee) denir. İlâhî dinlerin bozulduğu zamanlarda tanrılar veya tanrılaştırılan insanlar hakkında söylenerek zamanla inanış hâline gelen efsâneye de mitos (mythos) denir. Mitoloji ise, mitosları inceleyen ilmin adıdır. Türkçede bunların hepsine birden destan denir.

Destanlara konu olan millî mâcerâlar çok defâ târihten önceki devirlerde veya târihin kuruluş asırlarında başlar, bâzan târih boyunca devâm eder. Destanların teşekkülünde efsânelerin ve efsâne devirlerinin büyük tesiri olur. Bir masal atmosferinin hâkim olduğu destanların kahramanları arasında tanrılar, tanrıçalar, gün ışığından, su köpüğünden yaratılmış, bir hayvandan veya ağaç kovuğundan meydana gelmiş mukaddes insanlar, olağanüstü mahlûklar, korkunç canavarlar, devler, periler gibi varlıklar bulunur.

Destanlar, gerek târih, gerek fikir ve sanat bakımından büyük değer taşırlar. Târihi aydınlatır, fikir ve sanat eserlerine kaynak olurlar. Bâzı milletlerin hayâtı, târihten önceki zamanlara uzanır. Bunların târihlerinin başlangıcını bulmak mümkün değildir. Destanlar, böyle milletlerin ilk çağlarını bir takım mitolojik menkıbeler hâlinde anlatırlar. Bununla berâber destan, târih demek değildir. Destanlarla gerçek târih arasındaki münâsebeti tesbit için; “Destanlar, halk gözüyle görülen, halk psikolojisiyle duyulan ve halk hayâlinde masallaştırılan târihlerdir.” denilebilir. Ayrıca destan; bir târih kitabı veya târih belgesi olmaktan çok, kökü târihe dayanan, ilhâmını târihten alan bir halk edebiyâtı verimidir.

Destanlarda milletlerin türlü inançları, dinleri, tanrı veya tanrılar karşısındaki davranışları, iyilikleri ve fazîletleri yanında kötülükleri ve ahlâk düşüklükleri, hayâtı, dünyâyı, olayları anlayış, kavrayış ve yorumlama farklılıkları bütün çıplaklığıyla ortaya çıkar. Bu bakımdan milletlerin eski devirlerini tanımada önemli ipuçları verirler.

Daha Eski Yunan devrinden başlayarak destanlarda anlatılan kişi ve olaylar pekçok sanat ve fikir eserine konu olmuştur. Eski Yunan şiiri ve tiyatrosunun belli başlı konusu Yunan mitolojisi ve unsurlarıdır. Bu konular mîlâttan sonraki asırlarda da Lâtin şâiri Seneca (M.S. 1. asır), Fransız şâiri Voltaire (M.S. 18. asır), İtalyan bestekârı Sacehini (1735-1786), Alman şâiri Geothe (1749-1832), Fransız Racine (1639-1699) gibi edebiyâtçılar ve günümüz yazarları tarafından tekrar tekrar ele alındığı gibi, resim, müzik, mîmârî, heykeltraşlık gibi diğer sanat şûbelerinin de vazgeçilmez konularından birisi olmuştur. Yunan mitolojisinde adı geçen tanrı, tanrıça, kral, kraliçe ve diğer kahramanları tasvir için Avrupa milletlerince mîlât başından bu yana, bilhassa rönesans ve sonrasında yapılan tapınak, heykel, tablo ve bestelerin sayısını tesbit imkânsız gibidir. Bu sebeple Eski Yunan ve Roma putperestliğinin temel unsurlarının, Avrupa sanat dünyâsında şaşılacak ölçüde hâkim olduğu rahatlıkla söylenebilir.

Destanların bir başka önemi de milletlerin büyük işler yapmak için kendilerine güven duymalarında, türlü sosyal ve târihî sebeplerle uzaklaştıkları millî benliklerine dönmelerinde, yeniden büyük millet olarak, hürriyet ve istiklâllerini korumak için kıyam etmelerinde rol oynamalarıdır. Bu bakımdan destanlar millîdir. Bunun tipik misâllerinden birisi İran destan şâiri Firdevsî’nin Şehnâmesi ve bu eserde Farsça ile anlatılan İran-Acem destanı gösterilir. Şehnâme için “Otuz yıldan çok sıkıntı çektim. Fakat bu Farsça ile Acem’i dirilttim.” diyen Firdevsî’den sonra bir kalkınma hamlesine girişen İran dil, kültür ve edebiyâtının kısa zamanda şarkın en büyük klâsiklerinden olduğu bir vâkıadır. Bir başka örnek Almanya’dan verilerek Nibelungen destanı hatırlatılır. On sekizinci yüzyılın ikinci yarısında Grimm ve Schlegel kardeşlerin eski Cermen masallarını karıştırarak Siegfried isimli Alman destan kahramanını halka yeniden tanıtmaları ve sevdirmesiyle başlayan hareket Wagner’in dört bölümlük Nibelungen halkası isimli bir opera bestelemesi ve Bavyera Kralı İkinci Louis’in Bavyera Dağlarından birinde Walhala adıyla sun’î bir Olympos yaptırmasına kadar uzandı. Bütün bu benzeri çalışmaların Alman milletini her yönden harekete geçirip, Almanların büyük bir milliyet ve medeniyet kurmalarında birinci derecede vazîfe gördüğü kabul edilir. Bu açıdan hareketle, İran’da Firdevsî heykeli, rejimlerin değişmesine rağmen, Fars milliyetçiliğinin bir sembolü olarak her zaman ayakta durmaktadır.

Her milletin destanı yoktur. Bir milletin tabiî destanı olabilmesi için o milletin halk hayâlinin efsâneler uydurmaya elverişli bulunduğu en eski ve iptidâî devirlerde yaşamış olması lâzım geldiği gibi, târihinde de unutulmaz tabîat olayları, büyük savaşlar, göçler, istilâlar, yeni coğrafyalarda vatan kuruluşları gibi halk hayat ve hâfızasını nesiller boyu meşgul edecek hâdiseler bulunmalıdır. Çünkü târih öncesi çağlar, acı tatlı bütün gerçeklerin türlü hayallerle süslenip efsâneleştiği çağlardır.

Destanlar, târih boyunca milletlerin halk şâirleri tarafından gerek dil, gerek nazım yapısı bakımından önce iptidâî terennümler hâlinde söylendi. Destan türküleri, halk arasında yayılıp söylenirken yeni ilâvelerle zenginleşip büyüyerek bir tek şâirin değil, bütün bir milletin ortak eseri hâline geldi. Her yeni ağız, her yeni hayâl, destanlara yalnız vak’a olarak değil, dil ve söyleyiş bakımından da gittikçe güzelleşen parçalar kattı. Zaman ilerledikçe destan gelenekleri zenginleşen milletlerin aydınları arasında büyük destan şâirleri yetişti. Bunlar halk hâfızasında derin izler bırakan destan şiirlerini toplayıp, asıllarına sâdık kalarak dil ve üslup güzellikleri içinde bir bütün hâlinde söylerler. Böylece milletlerin efsânevî târihî mânâsında millî destanları ortaya çıkar. Esâsen millî destanlar, destan devirleri geçtikten sonraki devirlerinde millî mâzilere karşı uyanan derin sevgi ve özleyiş çağlarında yazılır. Yine böyle çağlarda böyle sebeplerle toplanır. Eski Yunanlıların Homeros’u, İranlıların Firdevsî’si millî destan şâirlerinin en tipik misâllerindendir. Türklerin bütün destanlarını toplayarak onları tek bir destan hâline getirecek bir destan şâiri henüz çıkmamıştır. Türk târihinin akışı da dikkate alınarak denilebilir ki: “Türkler, destan devri yaşamaktan, yeni destanlar söylemekten, eski destanları derleyip toplamaya vakit bulamamışlardır.” Bu yüzden ele geçen destan parçaları bir bütünlük göstermezler.

Türk destanları, İslâmiyetten önce ve sonra olmak üzere iki büyük kısımda toplanır. Bu destanların bir kısmı halk dilinde yaşayan destanların derlenip toplanmasıyla elde edilmiş, bâzılarına eski Çin kaynaklarında, Arap, İran târih ve edebiyâtına âit el yazması eserlerde rastlanmıştır. Türk destanlarının pek çoğu teşekkül ettikleri târihten sonra yazıya geçirilmiştir. Ancak destanlar, halk dilinde asırlarca yaşayıp yeni vak’alarla birleştiğinden yazıya geçişteki bu gecikmeler bâzan onların lehinde olmuştur. Türk destanları gönülleri asırların vak’aları için çarpmış olan Türklerin duygu, görgü ve hâtıralarıyla süslüdür. Târihin birbirine benzeyen nice kahramanları ve kahramanlık vak’aları bu destanlarla birbiriyle kaynaşmış ve târih içinde Türk fazîlet ve kahramanlığını hülâsa eden birer örnek olmuştur.

Türk destanlarını, Türk uluslarının (boylarının) çeşitli coğrafyada ortaya koydukları destanlar olarak ele almak gerekir. Bunlar İslâmiyetten önce ve sonra olmak üzere iki şekilde ortaya çıkmışlardır. Destanlar, istisnâları dışında, daha ziyâde eskiden beri görülen ve bir mîrâs olarak târihe intikâl eden Türk- İran düşmanlığını işlerler. Bunun uzantısı olarak İslâmiyetin kabûlünden sonra bile ortaya çıkar. Osmanlı Devletinin batıya çıktığı her seferde, buna karşı her zaman bir İran-Hıristiyan devletleri ittifakı ile karşılaşılır.

İslâmiyetten önceki destanların başında Saka (Şu), Alp Er Tunga, Afrasyap, Oğuz Kağan gelir. Bunun yanında Dede Korkud Hikâyeleri destânî özellik gösterirler ve İslâmî bir renge bürünmüşlerdir (Bkz. Dede Korkud Hikâyeleri). Göktürk destanları içinde, Gök Börü, Börü, Asena ve Ergenekon destanları vardır. Türeyiş ve Uygur Göç destanları da Uygur Türklerine âittir.

Ayrıca cemiyette ortaya çıkan hâdiseler karşısında ferdî olarak uzun şiirlerin destan olarak ele alındığı görülmektedir. Bu manzûmelere Âşık Sadık’ın Mehrali Bey’i ile Ispartalı Seyrânî’nin Vak’a-i Hayriyye’si örnek gösterilebilir. Bunlar arasında züğürtlüğü, Erzincan depremini, salgın hastalıklarla gelen felâketi konu edinenler de vardır. Hâdiseler herkes tarafından bilinip, duyulduğu için, dillerde dolaşmış ve şuyû bulmuş (yayılmış) olmasıyle de “dillere destan oldu” gibi bir deyimi de kendiliğinden getirmiştir.

Türk destanları da; Saltuk Buğra Han Destânı, Kırgız Türklerinin destanı olan Manas, Cengiznâme, Battalgâzî Destânı gibi destanlardır. Ayrıca Oğuz Destânı’nda, İslâm inancına ve terbiyesine adapte edilmiş bir şekil vardır.

Türk destânlarının hemen hepsinde ışık, ağaç, mâden ve mâden isimleri, bozkurt, kadın, at, su sevgisi, aksaçlı ihtiyarlar, kopuz gibi millî ve bediî unsurlara rastlanır. Ayrıca destanlar eski devirlerde kamlar tarafından kopuzla çalınıp söylenirdi.

Önceki
Önceki Konu:
Sedef (sadef)
Sonraki
Sonraki Konu:
Hak

Yapılan Yorumlar

Henüz kimse yorum yapmamış.

Bu sayfada yer alan bilgilerle ilgili sorularınızı sorabilir, eleştiri ve önerilerde bulunabilirsiniz. Yeni bilgiler ekleyerek sayfanın gelişmesine katkıda bulunabilirsiniz.

Yorum Yapın

Güvenlik Kodu