08/12/2009 20:17
Çevre koruma bir kıt kaynak alternatif kullanım alanıdır. Dolayısıyla, kaynak kullanımında etkinlik sağlandığı ölçüde refah artışına katkıda bulunacaktır.

Çevre koruma kaliteli bir çevre üretim faaliyeti olarak düşünülürse, ortada bir üretim fonksiyonu var demektir ve bunu belirleyen ilk faktör, ülkenin sosyal, kültürel ve kurumsal yapısı olacaktır. Türkiye'de çevre bozulması son yıllara kadar ciddi olarak ele alınmadığı gibi bu konuda, halkımız da yeterli ölçüde bilinçlenmiş değildir. İnsanlarımızın çevreye karşı kayıtsızlığı, çevrenin korunmasına kaynak ayrılması bakımından elverişli bir ortam oluşmasına imkân tanımamıştır. Genellikle hayat görüşümüz, dünyaya yönelme, hayat standardını yükseltme, daha iyi bir çevre isteme gibi çevre korumayı geliştirci elemanlardan önemli ölçüde yoksun bulunmaktadır. Oysa çevrenin korunmasında, elverişli bir hayat görüşü, ahlâki ve sosyal sorumluluk faktörleri, özellikle hukuki yaptırımların bulunmadığı veya tesirsiz kaldığı hallerde önemli rol oynayabiliyor.

Çevre kirlenmesi ile mücadele fikri, gelişmiş ülkelerde kamuoyunca geniş çapta benimsenmiş, bu konuda kurulan çeşitli dernek ve kurumlar, çevre kirlenmesine karşı etkin biçimde faaliyette bulunmaya ve ekolojik bir ağırlık oluşturarak, politik kararlarda rol almaya başlamışlardır. Demek ki ülkemizde de çevre korumanın başarıya ulaşmasında, halkın bilinçlenmesi, kamuoyu ve ekolojik bir ağırlık oluşturulması hayati bir önem ifade etmektedir.

Çevre ve korumanın toplumsal bilincimizde tuttuğu yerin zayıflığını Devlet uygulamalarında da görüyoruz: Devletin, çevre korumaya inancını gösteren bir planlama, yatırım ve eğitim politikası, son yıllara kadar mevcut olmamıştır. Gerçi kalkınma planlarımızda çevre bozulmasına karşı bazı ilke ve tedbirlere yer verilmektedir; ne var ki doğal değerlerin korunması, spekülasyonların önlenmesi, milli parklar kurulması, arazi kullanımının düzenlenmesi gibi ilke ve önlemler hep birer niyet olarak kalmış; uygulamada kaynaklarımızın gerektiği ölçüde korunması neticesini vermemiştir. Bu alanda son yıllarda kaydedilen tek umutlandırıcı gelişme, 1983'de çıkarılan 2872 sayılı Çevre Kanunu'dur. Böylece Türkiye'de ilk defa çevre kirliliği kavramı kanun konusu olurken, çevre sorunlarının çözümlenmesi için yeni düzenlemeler getirilmiştir [18].

Bir ülkenin bilim, teknik ve organizasyon birikimi, kısaca "tatbiki fonu" da çevre korumanın etkinlik derecesini belirler. Çeşitli sektörlerde çevre koruma alanında yetişmiş, bilgili ve uzman elemanların azlığı, buna ayrılan tatbiki fonun yetersiz olduğunu ifade eder. Türkiye'de eğitim ve öğretimde bu alanda daha önce yapılmış ihmaller, çevre korumanın tatbiki fondan aldığı payın düşük kalması sonucunu doğurmuştur. Oysa eğitim çevre sorunlarının çözümlenmesine büyük katkılar sağlayabilir. Çevrebilim yalnız bir okul dersi olarak değil, insanların tüm hayatınca süren bir eğitim konusu olarak değerlendirilmelidir.

Çevrenin korunmasında organizasyonun da önemli fonsiyonları vardır. Bugün, bozulan çevre şartlarının bilincine varmış olan gelişmiş ülkelerde, çevre sorunlarının denetim altına alınması için gerekli olan örgütler kurulmuş bulunmaktadır. Bu örgütlerin çalışmaları, çevre sorunları ile ilgili sanayileşme, tarım, ulaştırma, enerji, tüketicinin korunması faaliyetlerini de içine alacak şekilde geniş kapsamlı tutulmaktadır [19]. Çevre sorunlarına ilişkin örgütlenme ülkemizde nisbeten yenidir. Bu örgütler arasında bazı resmi kuruluşlar, TÜBİTAK, üniversitelerin çevre sorunları enstitüleri ile ilgili bölümleri ve TÇSV... sayılabilir [20].

Türkiye'de çevre korumaya yönelik sermaye stokunun kıyaslamalı büyüklüğü de incelemeye değer bir konudur. Bunun hakkında ancak dolaylı yoldan, yani çevre yatırımlarının toplam yatırımlardaki payı hesaplanarak bilgi edinilebilirse de kullanılabilecek kapsamlı ve güvenilir istatistikler mevcut değildir. Ancak, bu oranın çok düşük olduğu tahmin ediliyor [21]. Diğer ülkelerde, meselâ A.B.D.'nde sadece belediye ve sanayi kaynaklı su kirleticilerini yok etmek için, 1982 yılında toplam 320 milyar dolar yatırım gerekmekteydi ki bu tutar yıllık üretimin yüzde 30'una eşitti [22]. Aynı ülkede çevre koruma yatırımlarının GSMH'ya oranı 1971-75 döneminde yüzde 0.8 idi. Bu oran F. Almanya'da yüzde 0.8, İtalya'da 0.4, İsveç'te 0.5-0.9, Japonya'da ise yüzde 3.5-5.5 olarak gerçekleşmiştir [23]. Türkiye'de son 30 yılda süratli bir sanayileşme ve kentleşme gerçekleşirken, çevre kirlenmesine büyük ölçülerde göz yumulmuştur. Bu ihmal ülkemizde çözümü ağır yatırımlar gerektiren ciddi çevre sorunları doğurmuş olmasına rağmen, bu alana ayrılan kaynakların hâlâ çok düşük seviyelerde kalması, sorunları daha da ağırlaştırmaktan başka bir işe yaramamaktadır.

Bir ülkede kaynakların etkin kullanılması, bunların en iyi amaçlara yöneltilmesi ve israf edilmemeleri demektir. Oysa bir toplumda halkın tercihleri arasında kaliteli çevre de yer alır. Diğer yandan, çevre koruma, kaynakları israf etmemek anlamına gelir. Burada, çevre kirlenmesinin, kaynakları etkin kullanmamak demek olduğu kolaylıkla görülmektedir. Bundan başka, üretim metodlarına ilişkin tercih kararları çevre bozulması yoluyla refahı etkileyebilir. Bu kararlar kıt kaynaklardan tasarruf, israfın asgarileştirilmesi, kuruluş yerinin iyi seçilmesi, en verimli üretim metodlarının kullanılması gibi hususları içerir; bütün bunlar da çevre sorunları ile yakından ilgilidir. Demek ki çevre sorunları ile kaynakların etkin kullanımı arasında son derece kuvvetli ilişkiler mevcuttur.

Hakikat bu olmakla beraber, Türkiye'de kaynak dağılımındaki hatalardan doğan çevre bozulmasına dair pek çok somut örnek verebiliriz. Bunlar genel hatlar itibariyle şöyle özetlenebilir:

- 1950 yılından beri 12-13 milyon hektardan fazla çayır ve mer'a tarla haline getirilerek, 6 milyon hektar mer'a arazisinden ülke olarak yoksun kalınması (oysa, bir miktar yatırım göze alınarak alternatif alanlar tarıma açılmış olsaydı, muhtemelen aynı bitkisel üretim sağlanırken, mer'a arazileri de yitirilmemiş olabilirdi);

- Plansız ve dağınık bir sanayileşme nedeniyle doğal kaynakların büyük ölçüde yok edilmesi; alternatif alanlar bulunmasına rağmen, büyük şehirlerimizin yakınları ile başlıca karayollarımızın (İstanbul-Adapazarı, İskenderun-Mersin, İstanbul-Tekirdağ-Kırklareli) geçtikleri, tarım üretimi yapılan kaliteli arazilerin sanayi kuruluşları tarafından işgal edilmesi veya yerleşim alanı olarak kullanılması;

- Yanlış kuruluş yeri ve sınai yerleşme (Haliç, İzmir, İzmit Körfezi, Marmara Denizi); şehir, kıyı ve sanayi bölgelerinde irrasyonel planlama; çimento, kâğıt, nükleer enerji santrallerinin yer seçiminde yapılan hatalar.

Bütün bu örnekler kaynak dağılımında etkinlik sağlanması ile iyi kuruluş yeri tespitlerinin, çevre sorunlarının temel çözüm yollarından biri olduğunu da göstermektedir. Henüz sanayileşme yolunda olan ve çevre bozulmasının - herşeye rağmen - çok büyük boyutlara ulaşmadığı ülkemizde, çevre koruma bakımından en önemli noktalardan biri de "yeni yatırımların, büyük şehir ve yerleşim merkezlerinin dışında yapılması ve tarım ve turistik potansiyeli yüksek olan bölgelerin dışına kaydırılmasıdır" [24]. Böylece, kaynak dağılımında etkinlik prensibine uyulduğu ölçüde, çevre sorunları da kendiliğinden çözüm yoluna girmiş olacaktır.

Bir ekonomide kaynakların etkin kullanımı, en uygun üretim teknolojilerinin kullanılmasına da bağlıdır. Çevre maliyetlerini de hesaba katan bir fayda-maliyet analizi, bugünkü üretim teknolojilerinin daima en uygun teknolojiler olmadığı sonucunu verebilir. Günümüzde, tarım arazileri, orman alanları gibi çevre değerlerinin tahribinin temel bir nedeni de kullanılan yanlış üretim teknikleridir. Meselâ tarım üretiminde uygulanan yanlış metodlar erozyona, bazı sınai girdilerin tarımsal değeri yüksek topraklardan sağlanması tabiatın tahribine; tarla açmalar ve aşırı kullanımlar ormanların tahribine sebep olmaktadır. Sanayi kaynaklı kirlenmelerin büyük bir kısmı da yanlış teknoloji seçimlerinden veya "çevre" faktörü gözardı edildiği için optimum görünen teknolojilerden ileri gelmektedir.

Bununla beraber tekrar belirtelim ki, çevre sorunlarını azaltma imkânlarına yine teknoloji sayesinde, kaynakların en etkin kullanımını sağlayan teknolojiler sayesinde kavuşacağız. Başka bir deyişle tabiat-insan ilişkisinin mevcut teknoloji ile şekillendirilmiş biçimi kaçınılmaz değildir; ona yeni bir şekil verilmesi gerekir. Gelişmekte olan her ülkede ve Türkiye'de yapılacak üretimin ve seçilecek teknolojinin yapacağı bir zararın hesaba katılması, bir çevre sorunu olmaktan çok, kaynakları etkin kullanma sorunu olarak görülürse, toplum da kendiliğinden en az zarar veren teknolojileri seçme yoluna girecektir. Bunlara örnek olarak, yeni ve temiz enerji kaynaklarının kullanılmasını, ulaştırma alt sistemlerinde en az yer kaplayan sistemlerin seçilmesini, yeni teknoloji ithal edilirken çevre etkilerinin mutlaka hesaba katılmasını, arıtma ve artıkları değerlendirme teknolojilerinin yaygınlaştırılmasını sayabiliriz. Bu konuda çok önemli bir husus da şüphesiz, arazi kullanım kararlarının böyle bir bilinç ışığında alınması olacaktır. Yerleşme alanları, fabrika kuruluş yerleri, teknoloji seçimi ile ilgili tercihlerde çevre etkilerinin dikkate alınması pek çok yıkım ve tahribatı işin başında önleyebilir. Bugün sanayileşmiş dünyanın eski hâle dönebilmek için büyük kaynaklar ayırdığı birçok çevre sorununu, baş göstermeden şimdiden engelleyebiliriz. "Bütün bunlar ileri ülkelerin de başından geçmiş; biz de katlanacağız" demenin "körü körüne taklitçilik"ten başka hiçbir anlamı yoktur.

Yapılan Yorumlar

Henüz kimse yorum yapmamış.

Bu sayfada yer alan bilgilerle ilgili sorularınızı sorabilir, eleştiri ve önerilerde bulunabilirsiniz. Yeni bilgiler ekleyerek sayfanın gelişmesine katkıda bulunabilirsiniz.

Yorum Yapın

Güvenlik Kodu
Popüler Sayfalar: