02/01/2014 10:00
Alm. Astrolog, Sterndeuter (m), Fr. Astrologue (m), İng. Astrologer. Yıldız ilmiyle uğraşan, gök cisimlerinden olan yıldızların, ayın, güneşin ve diğer seyyârelerin (gezegenlerin) durumlarından, hareketlerinden çeşitli hükümler çıkararak, bunların hayvanlara, insanlara ve yeryüzündeki hâdiselere tesir ettiğine inanan ve soranların durumlarına bakıp, onlar hakkında hüküm veren kimse. Müneccim, Arapçada “yıldız” mânâsına gelen “necm” (çoğulu nücum) kelimesinden türemiştir. Yıldızlarla uğraşanlara da “müneccim” denmiştir.

İnsanlar, çok eski devirlerden beri yıldızlarla ilgilenmişler, hareketlerini ve çeşitli durumlarını incelemişlerdir. Ayrıca yeryüzündeki olaylara ve canlılara tesir ettiklerine de inanmışlardır. Değişik, inanış sâhibi olan Bâbillilerin, Âsurluların, Keldânîlerin ve Eski Mısırlıların bu konudaki çalışmaları kayıtlara geçmiş olup, günümüze ulaşanları vardır. Eski çağlarda İran, Hindistan, Roma, Yunanistan, Fenike, Anadolu ve Bâbil’de yıldızların hareketlerine, durumlarına bakarak, insanların başına geleceklerle ilgili sonuçlar çıkaran ve gelecek hakkında hüküm verenler, falcılık yapanlar olmuştur. İnsanların tabîat olaylarından etkilenmelerini ve gök cisimlerinin kendilerine ve başlarına gelecek olaylara tesir ettiğine inanmaları, daha çok Allahü teâlâ tarafından gönderilen ilâhî dinleri tanımadıkları ve bu sebeple bâtıl inançlara saplandıkları devirlerde ve böyle topluluklarda olmuştur.

İnsanların yıldızlarla uğraşması sonucunda iki ilim dalı ortaya çıkmıştır. Birincisi ahkâm-ı nücûm ilmidir ki, bugün buna astroloji denilmektedir. Sâdece İlm-i nücûm (nücûm ilmi) denilen diğerine de hey’et veya astronomi ilmi adı verilmiştir. Eskiden her iki ilimle uğraşanlara “Müneccim” deniliyordu. Bugün ayrı ayrı adlandırılmakta olup, birinciyle uğraşana“Astrolog”, ikincisiyle uğraşana da “Astronom” denilmektedir. Müneccimler, yıldızların doğup batmaları ve diğer durumları ile ilgili hesaplara âşinâ olup, hâllerini kayd ederek takvimlere geçirirlerdi.

Ahkâm-ı nücûm ilmi, yâni astrolojiyle uğraşan müneccimler, gökyüzündeki cisimlerin sebep olduğu olayları ve bilhassa yıldızların çeşitli durumlarını öne sürüp, bunların yeryüzündeki canlılara ve olaylara tesir ettiği iddiâsına dayanarak, kafalarına göre haber ve hüküm verirlerdi. Meselâ, yıldızların birbirine yaklaşık ve karşı olmak, üçü, altısı veya dördü bir arada bulunmak gibi hâllerinden ayrı ayrı hüküm çıkarırlar ve hattâ daha da ileriye giderek; “Yeryüzündeki her iş, yıldızların tesiriyle olur, şu yıldız şuraya giderse, bu iş şöyle olur.” gibi falcılığa benzeyen şeyler söylerler ve böyle inanırlardı. Astrolog olan müneccimler her vakit ve zamânın, iyi ve kötü hâllerinden ve hangi zamanda işe başlamamak gerektiğinden hangi vakitte işe başlamanın iyi veya zararsız olacağından, her vaktin bâzı işlere iyi veya kötü husûsî bir bağlantısı olduğundan bahsederek; “Güneşin, bâzı burçlarda ve ayın bâzı safhalarda bulunması buna sebep olur, yâhut ikisi arasındaki bâzı durumlar ile olur.” gibi gerçek dışı sözlerle insanları kandırmaya çalışırlardı. Bundan başka gökyüzünde bulunan on iki burçtan her birini belirli bir harf ve belirli bir şekille gösterirler, kendilerine bir şey sorulduğunda reml atarlardı. Yâni, soran kimseyle ilgili burcun şekline ve harflerine bakarak burçlarındaki şekillerin delâlet ettiği mânâlara dayanarak, o burçların durumlarına uygun husûsî hükümler bildirirlerdi.

İlm-i nücûm, yâni astronomi ise dünyâmızın da içinde bulunduğu kâinâtı, yâni gezegenleri, güneşi, ayı, yıldızları, kuyruklu yıldızları, akan yıldızları, asteroitleri, galaksileri, konu alan ve bu cisimlerin yapılarını, bulundukları yerleri, hareket kânunlarını, meydana gelişlerini, zamânımıza kadar geçirdikleri değişiklikleri, gelecekte meydana gelebilecek olayları ortaya koymaya çalışan ilimdir. (Bkz. Astronomi)

Yıldızların hareketlerinin, özellikle seyyârelerin ölçülerini, herbirinin hareketleri, burçlara giriş-çıkışlarını tahmin ve tesbit etmek bu ilimle olur. Bu ilmin faydası, yıldızlardan özellikle gezegenlerden her birinin yörüngesini ve burcun durumuna göre yerini bilmektir. Geçişlerini, dönüş istikâmetlerini, doğuş ve batışlarını, görünen ve görünmeyen hal ve zamanlarını, nerede ve ne zaman olursa olsun bilmektir. Yıldızlar arasında olan kavuşma ve yaklaşmalar, karşı karşıya gelmeler, dörtlü, üçlü ve altılı kümeleşmeler, güneş ve ay tutulmaları ve buna benzer diğer haller, hesap ve delille tâyin edilir, önceden bilinir. Bu anlatılan hâllerde saat, vakit, mevsimler, yıl, kıble tarafı ve namaz vakitleri bilinir, anlaşılır. Bunlarla, olaylar ve canlılar hakkında hüküm bildirmenin İslâm dîninde bir kıymeti yoktur. Hattâ bâzan tam isâbet etse ve söylenilenler gerçekleşse bile, tesâdüfî kabûl edilir.

Allahü teâlâ yeri, gökleri ve içinde bulunan her şeyi insanların istifâde etmesi için yaratmıştır. Yaratılan her varlığın bir faydası olup, boş, lüzumsuz değildir. Gökyüzündeki varlıkların yaratılmasında, insanların, bâzısını bulabildiği ve çoğunu da henüz anlayamadığı nice hikmetler, faydalar vardır. Allahü teâlâ, insanların bunlara bakıp ibret almasını kendisinin büyüklüğünü düşünmelerini istemektedir. Nitekim Âl-i İmrân sûresi 190-191. âyetlerinde meâlen; “Gerçekten göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün, birbiri ardınca gelişinde, olgun akıl sâhipleri için, Allah’ın varlığını, kudret ve azametini gösterir kesin deliller vardır. Onlar (olgun akıl sâhipleri) ayakta, otururken ve yatarken (her zaman) Allahü teâlâyı hatırlarlar. Göklerin ve yerin yaratılışı hakkında, Allah’ın varlığını isbat için iyice düşünürler ve şöyle derler: “Ey Rabbimiz, sen bunları boşuna yaratmadın. Sen lüzumsuz şeyi yaratmaktan münezzehsin (çok uzaksın). Artık bizi Cehennem azâbından koru.” buyrulmaktadır.

Bu sebeple İslâm âlimlerinden çoğu gökyüzünde bulunan güneş, ay, yıldızlar ve diğer gezegenlerin durumlarıyla yakından ilgilenmişler, onlar hakkında çeşitli araştırmalar yapmışlar ve astronomi öğrenmeyi teşvik etmişlerdir. Nitekim İslâm âlimlerinin büyüklerinden İmâm-ı Gazâlî rahmetullahi aleyh; “Astronomi ve anatomi bilmeyen, Allahü teâlânın kudretinin büyüklüğünü kavrayamaz.” buyurmuştur. İslâm âlimlerinin, bugünkü modern astronomi bilgilerinin ortaya konmasında çok büyük hisseleri vardır.

Bîrûnî, Bettânî, Endülüslü Zerkâlî, Bağdatlı İbn-i Heysem, Batrûcî, Uluğ Bey, Kâdızâde-i Rûmî ve Ali Kuşçu gibi İslâm dünyâsında yetişen fen âlimleri, fevkalâde başarılı çalışmalar yapmışlardır.

Ortaçağda, Avrupa’da Galileo, İslâm kitaplarından okuyup; “Dünyâ yuvarlaktır ve batıdan doğuya doğru dönmektedir” dediği zaman Hıristiyan papazları kendisini afaroz edip, yakılmasına karar vermişlerdi. İslâm âlimleri, yıldızlar ve diğer gök cisimlerinin çeşitli durumlarını tesbit ederek kitaplara geçirmişlerdir. Hattâ daha önceki devirlerde, yıldızların insanlara ve olaylara tesir ettiği husûsundaki kesin hüküm bildiren eski müneccimlerin (astrologların) iddialarını da incelemişler ve bu hususta birçok ilmî eserler yazmışlardır. Erzurumlu İbrâhim Hakkı hazretlerinin yazdığı, Mârifetnâme kitabında, bu hususta geniş bilgi verilmektedir. Müslümanlar, İslâmiyeti tanımayan eski müneccimlerin söylediği gibi, yıldızların ve diğer gezegenlerin mutlak sûrette, kayıtsız şartsız canlılara ve tabiat olaylarına tesir ettiği inancına sâhip olmamışlardır.” “Hakîki müessir Allahü teâlâdır.” demişlerdir. Bununla berâber, gökyüzündeki yıldızların ve diğer gök cisimlerinin, yeryüzünde bulunan canlı ve cansızların çeşitli durumlarına ve tabîat olaylarına tesiri olduğunu, tecrübelerine ve tahminlerine dayanarak söylemişlerdir. Fakat bunun kesin ve kat’î olduğunu iddiâ etmemişler ve hele hayatta başa gelecek işlerin yıldızların tesiriyle olduğuna hiç inanmamışlardır. Çünkü İslâmiyet, insanın kaderini takdir edenin yalnız Allahü teâlâ olduğunu bildirmiştir.

İslâm devletlerinde ve bilhassa Osmanlılarda, yıldızlarla uğraşan ve kendilerine “müneccim” denilen kimseler, bugünkü astronomi ilminin meşgul olduğu yıldızların doğuşları, batışları bunlara göre düzenlenen vakit tâyinleri ve diğer durumlarıyle ilgili hesapları yaparak, bunun sonucunda ortaya çıkan durumları kayd edip zaptetmişlerdir. Bütün bu bilgileri namaz vakitlerini bildirmek için hazırlanan takvimlerde kullanmışlardır. Nitekim şimdi hazırlanan takvimlerde o zaman tesbit ve tâyin edilen bu takvim bilgilerinin bir çoğundan faydalanılmaktadır.

Osmanlı saray teşkilâtında görevlendirilmiş memurlardan biri de “müneccimbaşı” idi. Müneccimbaşı, ilmiye sınıfından olup, en mühim vazîfesi takvim tertibiydi.

Osmanlı sarayındaki müneccimbaşılar, tertip ettikleri takvimleri pâdişâh ve sadrâzamlara takdim ederlerdi. Müneccimbaşıların berâberinde talebeleri de bulunurdu. Müneccimbaşıların en meşhûru on yedinci asırda yetişen müneccimbaşı Hüseyin Efendidir. Müneccimbaşılık, Osmanlı Devletinin sonuna kadar devâm etti. Daha sonra kurulan rasathâne memurlukları, müneccimbaşıların görevlerini üstlendiler.

Yapılan Yorumlar

Henüz kimse yorum yapmamış.

Bu sayfada yer alan bilgilerle ilgili sorularınızı sorabilir, eleştiri ve önerilerde bulunabilirsiniz. Yeni bilgiler ekleyerek sayfanın gelişmesine katkıda bulunabilirsiniz.

Yorum Yapın

Güvenlik Kodu
Popüler Sayfalar: