11/10/2013 10:00
Alm. Seele (f), Fr. Ame (f), İng. Soul, Spirit. İnsanda, aklın erdiği bilgileri anlayan, his (duygu) organlarından beyne gelen duyguları alan, bedendeki bütün kuvvetleri, hareketleri idâre eden, kullanan ve kendisi parçalanmayan bir cevher, varlık. İnsanların duygu organları ve hareket sinirleri, kalp ismindeki bir kuvvetin emrindedir. Bedenin dört yapı maddesi olan toprak maddeleri, su, hava ve ateş (harâret) ile yine insanda var olan nefis ve kalp kuvvetlerini bir arada tutan, çalıştıran kuvvet de, ruhtur. Kalbi (yürek başkadır), insânî rûhu ve nefsi olmadığından hayvanlar, içgüdü (sevk-i tabiî) ile hareket ederler (Bkz. İçgüdü). İnsanlarda olduğu gibi nebâtların (bitkilerin) ve hayvanların da kendilerine göre ruhları vardır. Bu bakımdan ruh, üçe ayrılır:

1. Bitkisel ruh: Her canlıda vardır. Doğma, büyüme beslenme, zararlı maddeleri dışarı atma, üreme ve ölme gibi canlılık işlerini “bitkisel ruh” yapar. Bu işler, insanlarda, hayvanlarda ve bitkilerde de olmaktadır. İşlerin nasıl yapıldığı tabiat bilgisi (biyoloji) derslerinde öğretilmektedir. Büyüme, bütün hayat boyunca yapılmaz. Belli bir miktara vardıktan sonra, bu iş durur. Bu miktar, insanlarda ortalama yirmi dört yaşına geldiği zamandaki miktardır. Yağlanmak, şişmanlamak, büyümek değildir. Beslenme, ölünceye kadar devam eder. Çünkü gıda alınmadan yaşanamaz.

2. Hayvânî ruh: Buna “cân” da deni. Hayvanlarda ve insanlarda, bitkisel ruh bulunduğu gibi hayvânî ruh da vardır. Bunun yeri yürektir.

İstekli hareketleri yaptıran bu ruhtur. Hayvânî ruh, latif bir madde olup, menbaı (kaynağı) cismânî kalbin (yüreğin) boşluğudur, içidir. Atardamarlarla bütün bedene yayılır. Damarlar içinde bedende dolaşır; nurlarını ulaştırır. Nurların, parlaklığı ev içinde dolaşan bir kandile benzetilerek açıklanabilir. Latif bir buhardır. Kalbin hararetinden, kaynamasından çıkar. Buna âit bilgiler, insan vücûdunu konu eden tıp ilminin, mütehassıs doktorların işidir. Bu rûhun bedenden ayrılması, bedenin ölümüdür.

3. İnsânî ruh: İnsanlarda ayrıca bir ruh daha vardır ki, “ruh” deyince yalnız bu anlaşılır. Aklı kullanmak, düşünmek ve gülmek gibi şeyleri yapan bu ruhtur. Ruh, insanda olan bilici ve idrak edici bir latifedir. Bu, insanın hakîkatıdır, kendisidir. İnsanı bilen, tanıyan odur. Ahirette, Allahü teâlâya muhâtab olacak odur.

İnsanın rûhu, kendi hülâsasıdır, özüdür. Allahü teâlâ insanın ruhunu, bilinemez olarak yarattı. Bu ruh, madde değildir, mekânsızdır. Ruh, radyo dalgalarına benzetilebilir. Bu dalgalar, madde değildir. Yer kaplamazlar. Böyle olmakla birlikte, her yerde vardırlar, denir. Ruhun bedene bağlılığı, Allahü teâlânın âlem ile olması gibidir. Ne içindedir, ne dışındadır. Ne bitişiktir, ne ayrıdır. Yalnız onu varlıkta durdurmaktadır. Bedenin her zerresini diri tutan ruhtur. Bunun gibi, öleni varlıkta durduran Allahü teâlâdır. Allahü teâlâ, bedeni, ruh vâsıtası ile diri tutmaktadır. İnsana gelen her feyiz, önce rûha gelir. Ruhtan bedene yayılır.

İnsanda, ruh ve nefis ayrıdır (Bkz. Nefis). Dinde ruh adı verilen varlığa, eski Yunan filozofları ve onların taklitçileri “nefs-i nâtıka” veya kısaca “nefis” de demişlerdir. Halbuki, tasavvuf ve ahlâk bilgilerinin mütehassısı İmâm-ı Rabbânî, nefsin, kalbin ve rûhun birbirinden farklı varlıklar olduklarını ve “nefs-i nâtıka”, nefsin ismi olduğunu bildirmektedir. İsrâ sûresi 85’inci âyetinde meâlen; “Sana ruhtan soruyorlar. Ruh, Rabbinin yarattığı varlıklardan biridir, diye cevap ver!” buyruldu. Rûhun ne olduğunu anlatmak ve anlamak zordur, hatta imkânsızdır. Fakat hassalarını, özelliklerini anlatmak mümkündür. Bunun için İslâm âlimlerinin çoğu soranlara, rûhun cisim olmadığını, bir cevher-i basit, yâni parçalanmayan, ayrılmayan varlık olduğunu söylediler. Aklın erdiği bilgileri anlayan, his organlarından beyne gelen duyguları alan, bedendeki bütün kuvvetleri, hareketleri idâre eden, kullanan hep odur. İhlâs Holding A.Ş.’nin yayınladığı Müjdeci Mektuplar ve Tam İlmihal Seâdet-i Ebediyye kitaplarında ruh hakkında geniş bilgi vardır.

Rûhun varlığı meydanda olup, ispat etmeye bile lüzum yoktur. Şöyle ki, insana en belli olan şey, kendi kendini tanımasını, bir şeyle ispat etmeye lüzum yoktur. Fakat, ruh madde midir' Madde değil midir. Kendi kendine var mıdır' Başka şeyle mi bulunur' gibi ve daha başka özellikleri ispat edilebilir. Zâten bu özelliklerin çoğu meydandadır. Bu bakımdan denilir ki:

1. Ruh cevherdir. Yâni kendisi vardır. Rûha, Farsçada “can” denir. Hayvan ölünce, canı çıktı, denir. Rûhu bedenden ayrıldı, demektir. Her mahluk (yaratılan varlık), ya cevherdir, yâhut araz (özellik, sıfat)dır. Varlıkta kalabilmesi için, başka bir varlığa muhtaç değilse, kendi kendine var ise buna “cevher” denir. Varlıkta kendi kendine durmayıp, başka bir şeye muhtaç ise “araz” veya “sıfat” denir. Madde ve cisim, birer cevherdir. Bir cismin rengi, kokusu, şekli ise arazdır, özelliktir. Renk cisimle vardır. Cisim olmazsa, renk olmaz.

Cevher iki türlüdür: Biri mücerred, yâni maddî olmayan varlıktır. Ağırlığı, şekli, rengi ve his organlarına tesiri yoktur. İkincisi maddedir. Mücerred olan cevher, his (duygu) organları ile duyulmaz. Parçalanmaz. Akıl ve ruh böyledir. Madde ise, his olunur, parçalanabilir. Cisim, maddenin şekil almış hâlidir. Ruhun cevher olduğu birçok yoldan ispat edilmiştir. En kısası şöyledir ki, araz (özellik, sıfat), bir cevher üzerinde bulunur. Cevher, arazı taşımaktadır. His olunan, düşünülen herşeyi ruh almakta, taşımaktadır. Bunun için ruh, cevherdir, araz değildir. Araz, araz üzerinde de bulunabilir. Meselâ, sür’at, yâni hız, harekette bulunur diyerek, bu ispatı kabul etmeyenler de vardır.

2. Ruh, basittir. “Basit” demek, parçalanamaz, ayrılamaz demektir. Bunun karşılığı, bileşik, yâni “mürekkeb” olmaktır. Rûhun basit olduğu şöyle anlaşılır ki, basit olduğu bilinen şeyi, ruh kavramaktadır. Ruh, bileşik olsaydı, parçalanabilseydi, basit olan birşey bunda yerleşmezdi. Çünkü ruh parçalanırsa, bunda yerleşen basit şey de parçalanmak lâzım gelir. Basit olan şey ise parçalanamaz.

3. Ruh, cisim değildir. Eni, boyu, yüksekliği olan cevhere, yâni şekil almış maddeye cisim denir. Cisimde yerleşen şeylere “cismânî” denir. Araz, yâni özellikler, cisimlerde bulundukları için cismânîdirler.

4. Ruh, anlayıcıdır ve idâre edicidir. Ruh evvelâ kendini bilir. Kendini bildiğini de bilir. Göz vâsıtasıyle renkleri, kulakla sesleri kavrar. Sinirleri çalıştırır. Kasları hareket ettirir. Böylece bedene iş yaptırır. Böyle işlere ihtiyârî yâni istekli işler denir.

5. Ruh, his organları ile duyulmaz. Cisim ve cismânî olan şeyler his olunur. Ruh, cisim ve cismanî olmadığı için his olunmaz.

Ruh ölümsüzdür: İnsan ölünce, ceset çürüyünce ruh yok olmaz. Ölmek, rûhun bedenden ayrılması, demektir. Ruh bedenden ayrılınca, maddî olmayan âleme karışır. Hiç yok olmaz. Bütün dinler, felsefeciler ve müteassıb olmayan fen adamları böyle söylemiştir. Yalnız tabiatçılardan (materyalistlerden) pek az kısmı bu söz birliğinden ayrılmış ve yanlış bir yola sapmışlardır. Bunlar, Allahü teâlânın yeryüzünde, en şerefli varlık olarak yarattığı insanı, çöldeki otlara benzettiler. İnsan ot gibi biter, büyür, yok olur. Rûhu, ebedî kalmaz dediler. Böyle söyledikleri için “Haşâşî”ler, yâni “Otçular” adıyla anıldılar. Felsefeciler ve bütün din adamları bu otçuların bozuk düşüncelerini çeşitli delillerle çürüttüler.

Allahü teâlâ, bugün bilinen 104 elementi yaratmış, bunlardan herbirine başka başka özellikler vermiştir. Her element atomlardan yapılmıştır. Her atomu, bir mikro-dinamo gibi, büyük bir enerji deposu yapmıştır. Atomların yığılmasından molekülleri veya iyon şebekelerini, böylece organik ve anorganik bileşikleri ve hücreleri, çeşitli dokuları ve sistemleri yaratmıştır. Bunların herbirinde, akılları şaşırtan, incelikler, kânunlar, düzenler vardır. Meselâ, ancak mikroskopla görülebilen bir hücre, çeşitli atölyeleri bulunan muazzam bir fabrika gibidir. İnsan aklı, bugüne kadar, bu fabrikanın ancak birkaç makinasını görebilmiştir. İnsandaki milyonlarca hücrenin çalışabilmesi, gerek insanda, gerekse dış âlemde binlerce, uygun şartların bulunmasına bağlıdır. Bu binlerle şart ve düzenden biri bozulursa, insanın bedeni çalışamaz, durur. O büyük, bilici, yapıcı olan Allahü teâlâ, bu sayısız düzenleri yaratarak, beden makinasını otomatik olarak çalıştırmaktadır. Ruh, bu makinanın elektrik kuvveti gibidir. Bir motorda ufak bir ârıza olunca, cereyan kesildiği gibi, insan vücûdunun iç ve dışındaki yapı ve düzenlerde hâsıl olacak bir ârıza da, rûhun bedenden ayrılmasına sebep olur ve insan ölür. Dünyâda hiçbir makina, hiçbir motor süresiz çalışamıyor. Aşınarak, yıpranarak, çürüğe ayrılıyor. Bu, bir genel kânundur. Vücut makinası da, bu kânuna uyarak, yıpranıyor, çürüğe ayrılıyor. İnsan mezarda çürüyünce, hiçbir zerresi, hiçbir elementi yok olmuyor. Çürümek, bedeni meydana getiren organik moleküllerin anaerobik mikroplar tesiriyle parçalanarak, karbondioksit, amonyak, su gibi ufak moleküllere ve serbest azota kadar ayrılması demektir. Bu parçalanma, fizik ve kimyâ olaylarıdır. Fizik ve kimyâ reaksiyonlarında maddenin yok olmadığı bugün kesin olarak bilinmektedir.

İnsan bedeninin yapısında bulunan maddeler, topraktan, sudan ve havadan gelmektedir. Canlıların ihtiyaç maddeleri, bu üç kaynaktan hâsıl olmaktadır. İnsan çürüyünce, hâsıl olan maddeler, yine bu üç yere dağılıyor.

Ruh da, melekler de, terakki etmez; yükselmez. Yaratıldığı şekilde kalır. Ruh, bu bedenle birleşince, terakki etmek, yükselebilmek özelliğini kazanıyor. Bedene gelen rûh, yaratıldığı gibi kalmıyor. Yâni kıymetleniyor, yükseliyor. Yâhut inkâr etmek ve günah işlemek sebepleriyle, alçaklaşıyor, harap oluyor.

Bu dünyâda her cisim belirli özellikleriyle tanınmaktadır. Her cisim, elementlerin ve bileşiklerin birer yığınıdır. Elementler, bileşikten bileşiğe geçerek yer değiştirmekte, her cismin yapısı bozularak, özellikleri yok olmakta, başka özellikte, başka cisim hâline dönmektedir. Bu devamlı değişmelerde, madde yok olmuyor ise de, cisimler zamanla değişmekte, yok olup, başka cisim hâsıl olmaktadır. Eskiden maddeye “heyûlâ”, cisme, yâni maddenin şekil almasına “sûret” diyorlardı.

Rûh parçalanmadığı ve parçalardan meydana gelmediği, yâni mücerred olduğu için, hiç değişmez, bozulmaz, yok olmaz. Halbuki, fizik olaylarında cisimlerin şekli ve hâli değişiyor. Meselâ su, ısı enerjisi alınca buhar oluyor. Sıvı haldeyken gaz hâline dönüyor. Su cismi yok oluyor, buhar cismi var oluyor. Kimyâ tepkimelerinde ise, cismin yapısı bozuluyor. O cismin maddesi yok olup, başka madde var oluyor. Fizik olayında cisim değişiyor. Madde değişmiyor. Kimyâ değişmesinde, cisim yok oluyor. Madde değişiyor. Hiçbirinde madde yok olmuyor. Nükleer değişmelerde ise, madde de yok olup, enerji hâline dönüyor.

Rûh, bir sanat sâhibi kimseye benzer. Beden, bu kimsenin elindeki sanat âletleri gibidir. Rûh, bir süvâri, binici kimseye de benzer. Beden, bunun atı gibidir. İnsanın ölmesi, rûhun bedenden ayrılmasıdır. Bu da, sanat adamının âletlerinin yok olmasına, binicinin hayvanının elinden gitmesine benzer.

Rûhun kuvvetleri: Rûhun kuvvetleri vardır. Bu kuvvetler, bitki ve hayvanların kuvvetleri gibi değildir.

A) Hayvânî rûhun müdrike ve hareket kuvvetleri vardır.

1. Müdrike kuvveti: İdrak edici, anlayıcı kuvvettir. Bu anlama iki yolla olur. Görünen ve görülmeyen (iç) organların anlamasıdır. Görünen duygu organları beştir. Bunlar, göz, kulak, burun, dil ve deridir. Görünmeyen duygu organları da beştir. Bunlar da müşterek his, hayâl, vâhime, hâfıza ve mutasarrıfadır.

Müşterek his, duygu organlarından beyindeki duygu merkezlerine gelen dış etkilerin hepsi, beynin önünde toplanarak meydana gelir.

Hayâl, müşterek his olarak toplanıp anlaşılan duygular, beynin birinci boşluğunun önünde saklanır ve bir cisme bakınca bu cisim müşterek histe duyulur. Bu cisim göz önünden çekilince müşterek histe duygu kalmaz. Fakat hayâle gelen duygu uzun zaman kalır. Hayâl olmasaydı, herkes birbirlerini unutur, kimse kimseyi tanımazdı.

Vâhime, görünen his organları ile duyulmayan, fakat duyulanlardan çıkarılabilen mânâları anlar. Meselâ düşmanlık, doğruluk bir organla hissedilmez. Fakat dost, düşman olan kimse görülür, hissedilir. Bu kimselerden dostluğu, düşmanlığı anlayan iç kuvvete vâhime denir. Vâhime kuvveti olmasaydı, koyun, kurdun düşman olduğunu anlamaz, ondan kaçmazdı. Yavrusunu da korumazdı.

Hâfıza, vâhimenin anladığı mânâları saklar.

Mutasarrıfa da, anlaşılan duyguları ve mânâları karşılaştırıp, yeni mânâlar elde eder. Meselâ, zümrüdden bir dağ ve gümüşten bir ağaç düşünür. Şâirlerde bu kuvvet çok gelişmiştir.

2. Hareket kuvveti: İki türlüdür. Birincisi “Şehevî” kuvvettir. İnsan ve hayvanlar şehvet kuvvetleriyle, kendilerine tatlı gelen ve muhtaç oldukları şeyleri isterler. Bunlara “Behîmî” (hayvânî” kuvvet de denir. İkincisi, “Gazabî” kuvvettir. Bu kuvvetle, kendilerine çirkin, zararlı olan şeyleri def ederler, kovarlar. Bunlara “canavar” kuvvetler de denir.

Hareket kuvvetleri, müdrike kuvvetlerine muhtaçtır. Çünkü önce duygu organları ile, iyi veya kötü olduğu anlaşılmalıdır ki, istenebilsin veya atılsın. Bütün bu duyguların ve hareketlerin hepsi sinirlerle yapılmaktadır.

B) İnsan rûhu, yalnız insanlarda bulunur. Bu rûhun da iki kuvveti vardır. İnsan, bilici ve yapıcı bu kuvvetlerle hayvandan ayrılır. Bu iki kuvvet şunlardır:

1. Bilici kuvvet (kuvve-i âlime): Buna “Nutuk” veya “Akıl” da denir. Bu kuvvet ikiye ayrılır. Biri, tecrübî ilimleri, yâni fen bilgilerini elde etmeye yarayan kuvvettir. İkincisi, ahlâk ilimlerine âlim olan, bilen kuvvettir. Fen bilgileri edinen kuvvet, maddenin hakîkatını anlamayı sağlar. Ahlâk bilgileri edinen kuvvet, iyi huyları ve faydalı işleri, kötü huylardan ve çirkin işlerden ayırır.

2. Yapıcı kuvvet (kuvve-i âmile): Faydalı, başarılı işlerin yapılmasını sağlar. Bilici kuvvetlerle elde edinilen bilgilere göre iş yapar. Hayvan rûhundaki hareket kuvvetleri, vâhime kuvvetlerinin iyi bulduklarını çekerdi, çirkin bulduklarını iterdi. İnsan rûhunun yapıcı kuvveti, akla dayanır. Bir işte iyilik, fayda olduğunu akıl ile anlarsa, onu yapar. Sonu noksan, zarar olacağını anlarsa, o işi yapmaz veya def eder. Hayvânî rûhun, şehevî ve gazabî kuvvetlerini de idâre eder.

Çok kimse vardır ki, çok işlerini nefsin veya hayvânî rûhun kuvvetlerine tâbi olarak yapar. Yâni vehim ve hayâlle yaparlar.

İmâm-ı Muhammed Gazâlî ve tasavvuf büyüklerinden bir kısmı buyurdu ki:

“Rûhun bu kuvvetleri, meleklerdir. Allahü teâlâ, lutuf ve merhâmet ederek, melekleri rûhun emrine vermiştir. Küçük kıyâmet kopuncaya kadar, yâni rûh bedenden ayrılıncaya kadar, rûhun emrinde kalırlar. Hadîs-i şerîflerde de buna işâretler vardır. Bâzı kimselerden, durup dururken, tecrübeli kimselere parmak ısırtan hünerlerin meydana gelmesi de, bunu göstermekdedir” İnsanın kemâle gelmesi, yükselmesi, saadete kavuşması, rûhun iki kuvvetiyle olur.

Ruhların hazır olması: Rûhta, bedenden ayrıldıktan sonra, yeni bir anlayış, dirilerin hallerini ve bilhassa dünyâdayken tanımış oldukları kimselerin hallerini anlamak kuvveti hâsıl olmaktadır. Bundan dolayı velîlerin kabirlerini ziyâret etmek ve onların mübârek ruhlarından yardım dilemek (istigâse etmek) ile, iyiliklere kavuşulmakta ve zararlardan kurtulmak mümkün olmaktadır.

Rûhun, bedenden ayrıldıktan sonra, bedenle ve bedenin bulunduğu toprakla alâkası, ilgisi vardır. Bir kimse, bu toprağı ziyâret eder ve velînin rûhuna teveccüh ederse, ikisinin rûhları buluşurlar ve birbirlerinden faydalanırlar.

İnsanın rûhu; bedenden ayrılıp, dünyâ ile alâkası kesilince, melekler âlemine gider. O âleme mahsus kuvvetler kendinde hâsıl olur. Birçok şeyler yapabilir. İnsan, hocasını rüyâda görüp, bilmediklerini sorup öğrenebilir. Rûhu olgun, nefsi pâk ve tesiri kuvvetli bir velînin kabri yanına gidip, bir zaman durulur ve o topraktaki velî düşünülür ise, rûhu o toprağa bağlanır. Gelen insanın rûhu ile velînin rûhu buluşmuş olur. Bu iki ruh, karşılıklı iki ayna gibidir. Her birinde olan mânevî haller, olgunluklar ötekine akseder, yansır. İkisi de çok faydalanır. Evliyânın kabirlerini ziyâret edene, onları anladığı ve bağlandığı miktarca fayda hâsıl olur. Onların kabirlerinden, çok fayda elde edilir. Fakat, rûhlarına bağlanmak, daha faydalıdır. Çünkü uzak ve yakın olmanın bunda bir tesiri yoktur.

Tenâsüh (reenkarnasyon) yoktur: Rûhun bağlı olduğu bir bedenden ayrılıp canlılık ve hareket meydana getirmek üzere başka bir bedene geçmesine tenâsüh denir. Tenâsühün aslı yoktur. Çünkü her beden için bir ruh vardır. Ölen bir insanın rûhu, yeni doğan başka bir çocuğa geçmez. Eski felsefecilerin ve şimdiki spritizmacıların, medyumların iddiâsı olan tenâsühü İslâmiyet reddetmektedir. Tenâsühe inanmak, ölenin kabirde azap veya mükâfat görmesini ve kıyâmetin kopup bedenlerin ruhları ile birlikte haşr ve neşr olmasını, Cennet ve Cehenneme götürülmesini inkâr etmek olur. Bu ise, İslâmiyete inanmamak demektir.

Önceki
Önceki Konu:
Monako
Sonraki
Sonraki Konu:
Gedik

Yapılan Yorumlar

Henüz kimse yorum yapmamış.

Bu sayfada yer alan bilgilerle ilgili sorularınızı sorabilir, eleştiri ve önerilerde bulunabilirsiniz. Yeni bilgiler ekleyerek sayfanın gelişmesine katkıda bulunabilirsiniz.

Yorum Yapın

Güvenlik Kodu
Popüler Sayfalar: