08/12/2009 20:17
"İlk olarak 30 Ocak 1977 tarihinde Gırgır dergisinde doğdu. Sırasıyla; Mikrop dergisi, sonra tekrar Gırgır dergisi, Hıbır dergisi, HBR Maymun dergisinde şimdiye kadar binlerce proce üretti. Onun buluşları, MİZAHİ BİR MASAL DÜNYASI'nın ürünlerini ifade eder. Bu yüzden adları proje değil, PROCE'dir." (1)

Kimdir bu masal dünyasında yaşayan? Prof. Zihni Sinir mi, yoksa onun yaratıcısı İrfan Sayar mı? Bütün bunları konuşuyoruz İrfan Sayar'la. Taksim'deyiz. İstanbul'un en kalabalık meydanında. Taksim Gezi Parkı'nın yeşilliklerinin bittiği yerde, alan başlıyor. Karşıda göklere doğru yükselen The Marmara Oteli, o sıradaki binalar. Öbür yanda Atatürk Kültür Merkezi. Onun karşısında Sular İdaresi'nin eski taş duvarları. Duvardan aşağı çağlayan sular ve üstte dev ekranda tanıtım filmleri. Hemen önünde yemyeşil çimleri, bakımlı çiçekleri ile Taksim Atatürk Anıtı. Metro çıkışlarının bulunduğu yerler granit, mini taşlarla döşeli. Günün her saatinde gelip giden yoğun kalabalıklar. Sıra sıra bekleyen otobüsler. Bu otobüslerin meydanı kentin uzak köşelerine bağladığı yolları.

Gümüşsuyu'ndan gelen yol, meydana çıkınca AKM'nin önünden dümdüz devam eder. Ara sokakları saymazsak, Sıraselviler Caddesi, hemen yanındaki Taksim Meydanı kadar ünlü İstiklal Caddesi meydana gelir, biter. Meydanı kente bağlayan bir başka cadde de; Şişli, Harbiye, Elmadağ yönünden gelen,Cumhuriyet Caddesi, meydana uğradıktan sonra Unkapanı, Aksaray yönüne giden Tarlabaşı Caddesi ile devam eder. Biz tam bu caddeden geçen otobüslerin meydana yolcularını bıraktığı otobüs duraklarının arkasındayız. Köşede İş Bankası; iki, üç bina ötede de biz oturuyoruz. Burası, "Prof. Zihni Sinir Kafe." Sessiz, sakin bir köşe. Duvarlar,masalar, tezgahlar İrfan Sayar'ın deyişiyle, çeşit çeşit procelerle dolu. Keman çalan saatler, ilginç ilginç kalemlikler, günlük yaşamımızda kullanabileceğimiz çeşitli araçlar, gereçler. Masa üstü objeleri, Zihni Sinir karikatürleriyle süslü defterler, takvimler, ajandalar, posterler, süs takıları... Duvarlar boydan boya duvar objeleriyle dolu. Neler yok ki, ne ararsan var.

Bu kat; sergi, satış ve kafe hizmeti sunuyor. Özellikle çocuklarıyla gelen anne ve babalar, hem ilginç buluşları seyrediyor, hem kahvesini yudumluyor. Ya da çocuğuna, sevdiklerine beğendiği bir objeyi satın alıyor. Bu katın altı atölye. Sergi salonunda görülen her parça, aşağıdaki atölyede biçim verilerek, düşünce olmaktan çıkıp üç boyutlu nesnelere dönüşüyor. Ama önce bir üst kattaki İrfan Sayar'ın çalışma masasında çizgisel olarak nesnelleşmesi, düşünce olmaktan çıkıp çizgi ve renge bürünmesi gerekiyor.

Bu masal dünyasından ve bir kenarından seyrettiğimiz Taksim Meydanı'ndan kopup, Ege'ye iniyoruz. İrfan Sayar'ın doğduğu kente Manisa'ya. Manisa, Sipil Dağı'nın eteklerinde kurulmuş bir kent. Önünde bereketli Gediz Ovaları, uçsuz bucaksız. Üzümün en tatlısı, pamuğun en beyazı, meyvenin en olgununun yetiştiği ovalardır bu ovalar. Kentin tarihinin ise, Akpınar mevkiindeki kayalara oyulmuş, kibele ana tanrıça heykeli ile Hititlere dek uzandığını gösteriyor. Manisa'nın Spil Dağı'nın eteklerine tutunduğu yerlerdeki ağlayan kaya efsanesi ise milattan önceki dönemlerde kentin, çeşitli topluluklara mekan olduğunun göstergesi. Ağlayan kayanın efsanesini anlatıyorum. Bu çok ünlü efsaneyi zevkle dinliyor.

Eski çağlarda Manisa ve yöresinde ünlü bir kral varmış. Adı Tantalos. Tantalos'un kızı Neobe'nin altı erkek, altı kız çocuğu varmış. Erkekler Spil Dağını karış karış arşınlar, kızlar ise, bütün dağ çiçeklerini başlarına taç yapar, artanını annelerine sunarlarmış. Mutlu bir anne imiş Neobe. O dönemlerde güneş tanrısı Apollon ve bereket tanrıçası Artemis'in anneleri tanrıça Leto adına o yörede törenler düzenlenirmiş. On iki çocuk annesi Neobe, bu törenlerde tanrıça Leto'yu küçümsemiş. Onun iki çocuğu var adına şenlikler düzenleniyor, benim on iki çocuğum var demiş. Bu sözler tanrıça Loto'ya dek ulaşmış. Tanrıça Leto, okçu oğlu Apollon'a ve kızı Artemis'e Neobe'nın çocuklarını öldürmelerini söylemiş. Apollon ve Artemis, Neobe'nın on iki çocuğunu da öldürmüş. Bütün Manisa, kırallık, ve anne Neobe günlerce, aylarca ağlamış. Feryatlar öyle yükselmiş ki, kocaman Sipil dağı kayalıkları çatlamış, derin yarıklar oluşmuş dağlarda. Annenin feryatları Tanrı Zeus'a dek ulaşmış. Zeus Neobe'yi taş haline dönüştürerek dinmeyen acılarını bitirmiş. Ağlayan kaya olarak bilinen ve bir kadına benzeyen kayanın içinden sızan sular, Neobe'nin gözyaşlarıdır derler. Yel estikçe, Sipil dağının yamaçlarını saran sesler ise, Neobe'nin inlemeleri olarak anlatılır.

Kişiliğinin oluşmasında Manisa'da, lise yıllarında verilen; felsefe, mantık gibi derslerin, biyolojiden tek hücreden oluşan çoğalmanın, analitik geometrinin çok yararını gördüğünü, öğrendiklerine hep sorgulayarak baktığını, şöyle olamaz mı sorgulamalarını çok yaptığını belirtiyor İrfan Sayar.

Güzel Sanatlar Akademisi'ndeki; Statik, akustik, perspektif, yüksek matematik birikimlerinin çok etkisi olduğunu anlatıyor. Özellikle Temel Eğitim derslerindeki çalışmaları övgüyle anıyor. Bauhaus anlayışıyla sunulan derslerde; bir çerçeve içine dikdörtgen ve dairelerden oluşan şekillerle, sadece siyah ve beyaz renkleri düşünerek çeşitli durumlar yaratılması, bundan sonra aynı çalışmanın renkli yaptırılması, daha sonra da üç boyutlu çalışılması aşamalarını zevkle dillendiriyor. Seçilen bir canlı ile ilgili çalışmasında ise İrfan, incir ağacını seçmiş. İncirin dalı, yaprağı, gövdesi, meyvesi, hatta kokusuna varıncaya kadar resminde hissettirmesi gerekiyormuş. Doğada da insan yaratılarında da aynı şeyin tekrarı vardır diyor. Bunu müzikte, mimaride, resimde edebiyatta her an yaşarız. Bir notanın tekrarıyla oluşan bir melodi mırıldanıyor, mimarideki kubbelerden örnekler veriyor.

İnsanın diğer canlılardan farkı, doğayı aynen kabul etmemesi. Ama diyor ağırlıklı göçebe yaşam biçimini sürdüren Türk topluluklarında en çok kullanılan dil, yani her şey konuşmaya bağlanmış. Doğayı değiştirerek ona hükmedecek kadar kalamıyor bir yerde. Onun için bizde sözlü kültürün daha yaygın olduğunu görüyoruz.

İrfan Sayar'ı dinledikçe, yetmişli yıllarda tanıdığım öğrencilik günlerine uzanıyoruz. Üsküdar'daki öğrenci evinde ilk çalışmalarından söz ediyoruz. Oğuz Aral'ın görmesi için Bedri Yalçın'ın Gırgır'a götürdüğü karikatürlerden, kel kafalı rengarenk bir papağan kalmış belleklerimde.Tabi yetmişli yıllara uzanınca yaşadığımız 1977 yılının 1 Mayıs'ındaki ölümden döndüğümüz günü, öldürülmekten kurtuluşumuzu anımsamadan geçemiyoruz.

İstanbul sıcak, berrak bir bahar gününü yaşıyordu. İlk toplandığımız yer, Beşiktaş'ta Barbaros Bulvarı idi. Biz ortalarda bir yerdeydik. Beşiktaş meydanından başlayan yürüyüş, Dolmabahçe Sarayı, İnönü Stadyumu, Gümüşsuyu yoluyla Taksim'e ulaşıyordu. Biz Taksim'e vardığımız an meydan dolmuştu. Halbuki yürüyüş kolunun arkası İnönü Stadyumu'nun altlarında idi. Görevliler, alana gelenleri bölüm bölüm yerleştiriyorlardı. Bir müddet sonra Elmadağ tarafından Kurtuluş Gurubu, İstiklal Caddesi'nden de Proleter Devrimci Gurup girdi alana. Tören, Devrimci İşçi Sendikaları, Disk'in öncülüğünde yürütülüyordu. İlk konuşma başladığı anlarda birden alandaki kalabalık kurşun yağmuruna tutuldu. Çatılardan, Sular İdaresi'nin üstünden, binalardan alana kurşun yağıyordu. Yetkililer panik olmaması için ne kadar zorlarlarsa zorlasınlar binlerce insan, bir oyana bir bu yana başaklar gibi dalgalanıyordu. Alana giren tanklar bir başka korkuyu yaşattı. Ölenleri alanda bırakarak canımızı zor kurtarmıştık. Bir vahşeti yaşamıştık o gün.

Yılar geçti. Bugün Taksim Meydanı'nı seyrederek çaylarımızı yudumluyoruz. Eğitimden, yaratılardan söz ediyoruz. İrfan Sayar'ın okul söyleşilerinde, imza günlerinde en çok gözlemlediği olay; öğrencilerin ezberden uzak, sorgulayan, proje üreten beyinler olmaları için yönlendirilmelerinin çok az olduğu. Bu düşüncesi, eğitim yapımızdaki çarpıklıkları işleyen karikatürlerine de yansıyor.

Merak ettiğim yanlardan birisi de, Prof. Zihni Sinir yaratısının İrfan Sayar'ın önüne geçmiş olması. Bu zor işi başarmış İrfan Sayar. Bunun sırrını üç daire çizerek anlatıyor. Birinci daire bilim kabilesi, ikincisi sanat kabilesi, üçüncüsü mizah kabilesi diyor. Bu üç daireden birer çizgi çekerek tepede çizgilerin birleştiği yere kendisini koyuyor. Ben bu üç unsuru tepeden gözleyerek herkesin düşündüğünü çizgiye ve nesnelere dönüştürüyorum diyor. Bilim ve sanatı karikatür yoluyla insanlara sunuyorum. Bunu yaparken toplumumuzdaki yaşam biçiminden kaynaklanan çarpıklıkları da işlemeyi unutmuyorum. Göçebe bir yaşam ve söze dayalı bir kültürle yaşayan toplumumuzda, gelişmiş toplumlardan aldığımız yeniliklere uyum sağlamakta toplum zorlanıyor, bu uyum zaman alıyor. Biz üretmediğimiz için üretim aşamalarını toplum olarak yaşayamıyoruz. Bu süreçteki uyumsuzluklar, çarpıklıklar geniş bir malzeme kaynağımız. Demokraside en çarpıcı örneğini Azizi Nesin, Zübük'le, eğitimdeki çarpıklığın örneğini Rıfat Ilgaz, Hababam Sınıfı ile vermiş. Dolmuş karikatürleri bendeki en çarpıcı örneklerdendir.

Yapılan Yorumlar

Henüz kimse yorum yapmamış.

Bu sayfada yer alan bilgilerle ilgili sorularınızı sorabilir, eleştiri ve önerilerde bulunabilirsiniz. Yeni bilgiler ekleyerek sayfanın gelişmesine katkıda bulunabilirsiniz.

Yorum Yapın

Güvenlik Kodu
Popüler Sayfalar: