29/09/2014 15:00
Birbirimizi anlamak için hayata karşımızdaki kişilerin nazarıyla bakmak gerekir. Son zamanlarda çok sık duyduğumuz "empati", kendimizi karşımızdaki kişinin yerine koyarak, onu anlamaya çalışmaktır. Tanımı bu kadar kolay olsa da, empati yapmak dünyanın en zor işlerinden biridir.

Birbirimize karşı sevgi ve saygıyı kaybettiğimiz zaman, hayatı dengede tutmak iyice zorlaşır. Karşımızdaki kişiye sevgi ve saygı göstermek, aslında kendimize duyacağımız sevgi ve saygıyı artırır.

Bursa'da oturan bir arkadaşım şöyle bir hatırasını anlatmıştı: Bayburt'tan bir dostu kendisini ziyarete gelmiş, iki arkadaş gezerlerken sala verildiğini duymuşlar. Tabii, hemen birisinin vefat ettiğini anlamışlar. Bayburtlu misafir; "Hadi" demiş, "kalk da cenaze namazına gidelim."

"Kimin öldüğünü bilmiyoruz ki" demiş arkadaşım ve eklemiş "büyük şehirde böyle şeyler olmaz." Bayburtlu misafir bu cevaba çok kızmış: "Nasıl olur? Kim olduğunu bilmiyor olabilirsin, ama birisi vefat ediyor ve sen cenaze namazına gitmiyorsun!"

Gerçekten de büyük şehirlerde birbirimizden ne kadar çok uzaklaşıyoruz. Hatta çoğu zaman birbirimizi düşman gibi algılıyoruz. Büyük şehir hayatında ne çok mücadele örneğine rastlıyoruz. Çok basit bir örnek vermek istiyorum: İki kişi bir otobüse biniyor fakat sadece bir kişilik boş yer var. İkisi de o boş yeri görüyor ve birdenbire rekabete başlıyorlar. Kim önce koşarsa, yeri o kapıyor. Kapan mutlu oluyor, kapamayan üzülüyor. Oysa bu, hayatı ne kadar da önemsiz bir şeye indirgemektir. Böyle bir durumda, yanımızdaki insana baksak, "Onun oturmaya benden daha fazla ihtiyacı var" diye düşünüp yeri ona bıraksak, nezaket göstersek fena mı olur?

Birbirimize karşı sevgi ve saygıyı kaybettiğimiz zaman, hayatı dengede tutmak iyice zorlaşır. Karşımızdaki kişiye sevgi ve saygı göstermek, aslında kendimize duyacağımız sevgi ve saygıyı artırır.

Yine çok bilinen bir hikâyeyi tekrarlamakta fayda var: Hz. İsa bir gün havarileriyle birlikte yürüyormuş. Önlerine bir köpek leşi çıkmış. Havarilerden bir tanesi, "Aman ne kadar kötü kokuyor, kim bırakmış bunu buraya" demiş. Hz. İsa'nın cevabı şöyle olmuş: "Dişlerinin beyazlığı ne kadar güzel."

İki insan aynı şeye bakıyor, ama ne kadar farklı görüyor! Demek ki hayata güzelliklerin farkına varan bir gözle bakmalıyız. Hep çatışmaları, kavgaları görürsek dengeyi yitiririz.

Hayatı kıvamınca ve dengeli yaşamak için varlığımızın farkına varmamız gerek. Ben buna "olmak cesareti" diyorum. "Olmak cesaretini göstermek, "Ben buradayım, bu dünyadayım, yaşıyorum. Benim varlığımla bu dünyada bazı şeyler değişecek" demek gerektiğini söylüyorum. Konfüçyüs der ki: "Karanlığa küfredeceğine bir mum yak." "Allah kahretsin, burası çok karanlık, çok soğuk, çok kötü bir yer" demek yerine bir şeyler yapmalı, elimizi taşın altına sokmalıyız. Sorunlardan kaçtıkça, taş üstüne taş koymadıkça, bir mum yakmadıkça hep hayata küfreden kişiler olarak kalmaya mahkûm oluruz. Her gün şikâyet ettiğimiz trafiği bu hale getiren, ülkemizi yaşanmaz bir yere dönüştüren biziz, ta kendimiz...

Çoğumuz kendi kusurlarımızı kabul etmek istemeyiz. Kusuru hep başkasında ararız. Oysa eğer bir eleştiri yapılacaksa buna en masum olanımız başlamalı. Hepimizin kusurları, suçları, günahları vardır. Dışımızdaki sebeplere kahrederek, başarısızlığımızın, üzüntülerimizin, mutsuzluklarımızın sebebini dışarıda arayarak çözüm üretemeyiz.

"Benim bu işte ne kusurum var? İşlerin bu hale gelmesinde benim payım neydi?" diye kendi kendimize sormalıyız. Bu sorulan sorabiliyor ve kendi canımızı acıtsa bile doğru cevap verebiliyorsak işte o zaman daha dengeli bir hayata adım atmış oluruz.

"Yine bir trafik ışığında arabamın yanma sokulan bir çocuk" diye başladı genç doktor hanım anlatmaya, "mendil satmak istiyordu. Hep yaptığım gibi, onu da boş çevirmedim. Mendilin ederinin üzerinde bir parayı eline tutuşturarak, başımı yeniden trafik ışığına çevirdim. O sırada çelimsiz bir ses duydum. 'Teşekkür ederim.' Gözlerimi ona döndürdüğümde, bütün bu zaman zarfında onun gözlerine hiç bakmadığımı fark ettim. Utandım. Parayı verip gidecek, onun o çocuk kalbine hiç değmeden hayatıma devam edecektim. Gözlerine baktığımda yağmurdan sırılsıklam ıslanmış, üşümüş, çaresiz, korunası bir çocuk gördüm. 'Teşekkür ederim' diyen bir çocuk. Ondan bir teşekkür beklemiyor muydum? Onu göz teması kuracak kadar önemsememiş miydim? Bu çocukları nasıl görmezden geldiğime utandım, ağladım."

Bu öyküyü bana anlatan doktor hanım, gündelik hayatın koşuşturması içinde giderek körelen bir haslete dikkat çekiyor. Empati, başkalarının inanç, arzu ve özellikle duygularını, onlara kendi duygu ve düşüncelerimizi telkin etmeden anlayabilmek, başkalarının iç dünyalarını okuyabilmek anlamına gelir. Yani ötekini duymak, ötekinin acısını ruhunda hissetmek, onunla hemhal olmak. Birbirimizi dinlemek ve empati, başka insanlarla ilişki kurmanın en başta gelen anahtarıdır. Dinlemek karşıdaki kişinin sözcüklerini duymaktan daha öte bir şeydir, o kişinin vermek istediği mesajı, içinde bulunduğu durumu ve duygularını gerçekten anlamak ve kabul etmektir. Amerikan yerlileri buna "başkasının ayakkabıları içinde bir mil yürümek" diyorlar. Empati bir başka yazar tarafından, "Bir kişinin kendisini duygu ve düşüncelerinden soyutlayarak bir başkasının inançlarını, arzularını ve özellikle duygularını farkına varabilme ve anlayabilme yeteneği" olarak tanımlanıyor.

Dinlemek karşıdaki kişinin sözcüklerini duymaktan daha öte bir şeydir, o kişinin vermek istediği mesajı, içinde bulunduğu durumu ve duygularını gerçekten anlamak ve kabul etmektir.

Önceki
Önceki Konu:
Kendini Keşfetmek
Sonraki
Sonraki Konu:
Tembellik

Yapılan Yorumlar

Henüz kimse yorum yapmamış.

Bu sayfada yer alan bilgilerle ilgili sorularınızı sorabilir, eleştiri ve önerilerde bulunabilirsiniz. Yeni bilgiler ekleyerek sayfanın gelişmesine katkıda bulunabilirsiniz.

Yorum Yapın

Güvenlik Kodu
Popüler Sayfalar: