22/04/2014 7:00
Tâbiînin büyüklerinden. İsmi, Üveys bin Âmir’dir. Yemen’in Karn köyünde doğduğu için Karnî ismiyle de bilinir. Memleketimizde Veysel Karânî diye meşhur olmuştur. Doğum târihi belli değildir. 657 (H.37)de Sıffîn Muhârebesinde şehit edildi.

Yemen’in Karn beldesinde doğup büyüyen Üveys-i Karnî, Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) sağlığında Müslüman olmasına rağmen onu göremediği için Sahâbî olamadı. Peygamber efendimizin medhine mazhar olup, Tâbiînin büyüklerinden olduğu hadîs-i şerîfle bildirildi. Peygamber efendimizin zamânında Medîne-i münevvereye gelmedi. Yazılan evliyâ tezkirelerinde ekseriyâ Câfer-i Sâdık’tan (rahmetullahi aleyh) sonra ikinci olarak zikredilir.

Sevgili Peygamberimizin risâletini duyan Üveys-i Karnî Müslüman oldu. Peygamberimizin aşkı ile yanıp tutuştu. İhtiyâr, âmâ ve hasta olan annesini çok sevdiği ve ona çok bağlı olduğu için onu hasta hâlinde bırakıp Medîne-i münevvereye sevgili Peygamberimizi görmeye gidemedi. Onu görmeyi çok arzu ettiği için, annesinden defâlarca izin istedi. Annesi kendisine bakacak kimsesi olmadığı için izin veremedi.

Yemen’de deve güderek geçimini temin eden ve sâde bir hayât yaşayan Üveys-i Karnî’nin hasta, âmâ ve ihtiyâr bir annesinden başka kimsesi yoktu. Güttüğü develer için belli bir ücret istemez, ne verirlerse alır, onun da yarısını ihtiyaç sâhiplerine sadaka olarak verir, fakirlerden de ücret almazdı. Gece-gündüz ibâdet ve tâatle vakit geçirir, kendini halktan gizlerdi. İlk zamanlar herkes ona mecnûn gözüyle bakardı.

Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem, zaman zaman mübârek yüzünü Yemen tarafına döndürür ve; “Yemen tarafından rahmet rüzgârı estiğini duyuyorum.” buyururdu. Bir defâsında; “Üveys-i Karnî ihsân ve iyilikte Tâbiînin hayırlısıdır.” buyurdu. Bir başka zaman da; “Kıyâmette Allahü teâlâ, Üveys sûretinde yetmiş bin melek yaratır ve Üveys’i onların arasında Arasat’a götürürler. Cennet’e gider ve Allahü teâlânın dilediği (bildirdiği)nden başka mahlûk hangisinin Üveys olduğunu bilmez.” ve; “Ümmetimden bir kimse vardır ki, Rebîa ve Mudâr kabîlelerinin koyunları kıllarının adedince kişiye kıyâmette şefâat edecektir.” buyurdu. Eshâb-ı kirâm; “Yâ Resûlallah bu kimdir'” dediler. “Allah’ın kullarından biri” buyurdu. “Biz hepimiz kullarız, ismi nedir'” dediler. “Üveys!” buyurdu. “Nerelidir'” dediler. “Karnlıdır.” buyurdu. “O sizi gördü mü'” dediler. “Baş gözü ile görmedi.” buyurdu. “Hayret size bu kadar âşık olsun da, hizmet ve huzûrunuza koşup gelmesin.” dediler. “İki sebepten; biri hâllerine mağluptur. İkincisi ise benim dînime bağlılığından dolayıdır. İhtiyâr bir annesi vardır. Îmân etmiştir. Gözleri görmez, el ve ayakları hareket etmez. Üveys gündüzleri deve çobanlığı yapar, aldığı ücreti kendisinin ve annesinin nafakasına harcar.” buyurdu. Eshâb-ı kirâm; “Biz onu görür müyüz'” diye sordular. Sevgili Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem, hazret-i Ebû Bekr’e; “Sen onu kendi zamânında göremezsin.” buyurdu. Hazret-i Ömer ve Ali’ye de; “Siz onu görürsünüz. Bedeni kıllıdır. Sol böğründe ve avucunun içinde bir gümüş miktârı beyazlık vardır. Bu, baras hastalığı beyazlığı değildir. Ona varınca benim selâmımı söyleyin ve ümmetime duâ etmesini bildirin.” buyurdu. Peygamber efendimizin vefâtı yaklaşınca da; “Hırkanızı kime verelim'” dediler. “Üveys-i Karnî’ye verin.” buyurdu.

Müslüman olduktan sonra bütün ömrü boyunca sevgili Peygamberimizin aşkı ile yanıp tutuşan, bir an bile Rabbini unutmayan, her hâli ve sözüyle insanlara nasîhat veren Üveys-i Karnî, Peygamberimizin vefâtından sonra Mekke’de hac vazifesini yapıp Medîne’ye geldi. Resûlullah efendimizin türbesini görünce kendinden geçerek bayılıp düştü. Ayılınca beni buradan götürün. Resûlullah’ın medfûn bulunduğu bir beldede benim için yaşamanın tadı olmaz diyerek tekrar memleketi olan Yemen’e döndü. Bir müddet orada yaşadıktan sonra Basra tarafına gitti.

Peygamber efendimizin vefâtından sonra hazret-i Ömer’in halîfeliği sırasında kendilerine emânet olarak bırakılan hırka-i saâdeti, Üveys-i Karnî’ye vermek üzere hazret-i Ömer ve hazret-i Ali Kûfe’ye geldiler. Onun olduğu yere gittiler. Namaz kıldığını gördüler. Namazı bitip selâm verince, hazret-i Ömer kalktı ve selâm verdi. Selâmı aldı. Hazret-i Ömer; “İsmin nedir'” diye sorunca; “Üveys!” diye cevap verdi. Sağ elini göstermesini isteyince, gösterdi. Peygamber efendimizin bildirdiği işâretin olduğunu gören Ömer radıyallahü anh; “Peygamber efendimiz size selâm etti. Mübârek hırkalarını size gönderdi ve “Alıp giysin, ümmetime de duâ etsin.” diye vasiyet etti.” buyurdu.

Hazret-i Ömer’in bu sözleri üzerine Üveys-i Karnî; “Yâ Ömer! Ben zayıf, âciz ve günahkâr bir kulum. Dikkat buyur. Bu vasiyet başkasına âit olmasın'” deyince; “Hayır yâ Üveys! Aradığımız kimse sensin. Peygamber efendimiz senin eşkâlini ve vasıflarını belirtti.” cevâbını verdi. Bunun üzerine Hırka-i şerîfi hürmetle alan Üveys-i Karnî onu öptü, kokladı ve yüzüne-gözüne sürdü. Sonra da; “Siz burada bekleyin.” dedi. Yanlarından ayrılarak biraz ileride hırkayı hürmetle yere bırakıp, yüzünü yere koydu. Cenâb-ı Hakk’a; “Yâ Rabbî! Peygamber efendimiz bu fakîr ve âciz kuluna hazret-i Ömer ve hazret-i Ali ile Hırka-i şerîflerini göndermiş.” diye yalvararak gözyaşı döktü ve; “İlâhî! Bütün ümmet-i Muhammed’i bana bağışlamadığın müddetçe bu hırkayı giymeyeceğim.” diye niyâzda bulundu. “Şu kadarını sana bağışlamış bulunuyorum, hırkayı giy!” diye gâipten bir ses gelince; “Hepsini isterim yâ Rabbî!” dedi. Bu hâldeyken hazret-i Ömer ile hazret-i Ali, Üveys-i Karnî’nin yanına vardılar. Üveys-i Karnî ah çekerek onlara; “Niçin geldiniz' Gelmemiş olsaydınız bütün ümmet-i Muhammed’i Allahü teâlâ benim için bağışlamadıkça hırkayı giymeyecektim.” dedi ve hırkayı giydi. “Şu hırkanın yüzü suyu hürmetine, Muhammed ümmetinden Rebîa ve Mudar kabîlelerinin koyun sürülerinin kılları adedince kimse bağışlanmıştır.” dedi.

Üveys-i Karnî’ye (Veysel Karânî) hediye edilen Hırka-i şerîf, Van civârındaki İrisân beylerine kadar geldi ve 1618’de Osmanlı pâdişâhlarından Sultan İkinci Osman Hana getirilip hediye edildi. Sultan Abdülmecîd Han, bu Hırka-i şerîf için Fâtih civârında Hırka-i Şerîf Câmiini yaptırdı. Her sene Ramazan ayında halka ziyâret ettirilmektedir.

Veysel Karânî rahmetullahi aleyh bu Hırka-i şerîfi aldıktan sonra bilinmez yerlere gitti. Hazret-i Ömer’in dâveti üzerine bir ara Medîne’ye gelen Üveys-i Karnî çok hürmet gördü. Daha sonra Basra’ya gidip insanlardan uzak bir hayat yaşadı. İnsanların gözlerinden uzak, tanınmaz ve bilinmez yerlere gitti. Pek az kimse onunla karşılaşıp sohbet etti. Onunla karşılaşıp sohbet eden Herem bin Hayyan nasihat isteyince buyurdu ki:

“Yattığın zaman ölümü yastığının altında bil. Kalkınca da karşında bulundur. Günâhın küçüklüğüne değil, onunla olan isyânının büyüklüğüne bak! Günâhı küçük tutarsan onu yasak eden Rabbini küçük tutmuş olursun. Onu büyük bilirsen, Rabbini büyük tutmuş olursun.” dedi.

“Bir nasîhatta daha bulun.” dedim. “Ey Hayyân’ın oğlu! Baban öldü. Âdem aleyhisselâm, Dâvûd aleyhisselâm, Muhammed aleyhisselâm öldüler. Halîfesi Ebû Bekr öldü. Kardeşim Ömer öldü. Ah Ömer! Ah Ömer!” dedi.

“Allah sana rahmet eylesin hazret-i Ömer ölmemiştir.” dedim. “Allahü teâlâ onun öldüğünü bana bildirdi.” dedi ve devâm etti: “Ben ve sen ölülerdeniz.”

Salevât-ı şerîfe okuyup kısa bir duâ yaptı ve; “Vasiyetim şudur ki: Allah’ın kitâbını ve onda bildirilen Sırât-ı müstakîmi (doğru yolu) elden bırakma. Ölümü bir an unutma. Kavmine ve akrabâna varınca onlara nasîhat et. Allah’ın kullarına öğüt vermekten geri durma. Ehl-i sünnete uymaktan bir an ayrılma ki, dînini kaybedersin de haberin olmaz. Cehennem’e düşersin.” dedi.

Birkaç duâ daha ettikten sonra; “Git Herem bin Hayyân! Bir daha ne sen beni gör, ne de ben seni. Beni duâ ile hatırla, ben de seni duâ ile anarım. Sen bu taraftan git, ben de bu taraftan gideyim.” dedi ve birbirinden ayrıldılar.

Hazret-i Ömer’in halîfeliği devrinden sonra Osman’ın (radıyallahü anh) halîfeliği zamânında da insanlardan uzak, Allahü teâlâya ibâdet ederek yaşayan Veysel Karânî, hazret-i Ali’nin halîfeliği zamânına da yetişti. Ömrünün sonuna doğru Emîr-ül-müminîn hazret-i Ali’nin huzûruna geldi. Ona tâbi olarak Sıffîn Muhârebesine katıldı ve bu muhârebede şehit oldu. Anadolu’ya hiç gelmedi.

Ömrünü Allahü teâlâya ibâdet etmekle ve zühdle geçiren Veysel Karânî, geceleri hiç uyumazdı. Bir gece, “Bu gece kıyâm gecesidir.” der; diğer gece, “Bu gece rükû gecesidir.”; öbür gece, “Bu gece secde gecesidir.” der; bir geceyi kıyâm, bir geceyi rükû, bir başka geceyi secde ile geçirirdi. “Ey Üveys, bu kadar uzun geceyi bir hâlde geçirmeye nasıl katlanıyorsun'” dediklerinde; “Secdede, sabah oluyor da, ben hâlâ bir kere Sübhâne Rabbiyel a’lâ diyemem. Halbuki üç tesbîh sünnettir. Bunu yapmamın sebebi, meleklerin ibâdetini yapmak istememdir.” derdi.

Kendisine; “Namazda huşû nedir'” dediklerinde; “Böğrüne iğne batırılsa, namazda duymamaktır.” dedi. Kendisine “Nasılsın'” dediler; “Sabahleyin kalkıp, akşama sağ çıkacağını bilmeyenin hâli nasıl olur'” dedi. “İş nasıldır'” dediler. “Ah! Yolun uzaklığından, azıksızlıktan, ah!” dedi.

Bir zât, Veysel Karânî’yi ziyârete gitti. Ona hitâben; “Ey Allahü teâlânın sevgili kulu! Bana bir nasîhatta bulun'” dedi. Veysel Karânî hazretleri; “Allahü teâlâyı bilir misin'” “Evet bilirim.” “Öyle ise, Allahü teâlâdan gayri şeyleri bilme. Bu yetişir.”“Yâ Üveys! Bir nasîhat daha söyle.” “Allahü teâlâ seni bilir mi'”“Evet bilir.”“Öyle ise, Allah’tan gayrisi seni bilmesin. Allahü teâlânın bilmesi senin için kâfîdir.” buyurdu.

Veysel Karânî bir defâsında üç gün üç gece yemek yememişti. Dördüncü günün sabahı dışarı çıktı. Yolda bir altın para gördü. Bir kimseden düşmüştür deyip, almadı. Açlığını gidermeye çalışırken, bir koyun kendisine doğru geldi ve ağzında o bir altınla önünde durdu. Bir kimsenin olabilir deyip, yüzünü çevirdi. Koyun dile gelip; “Ben de, senin kulu olduğun zâtın kuluyum. Allah’ın rızkını Allah’ın kulundan al!” dedi. Altını almak için elini uzatınca, koyun altını eline bıraktı ve kayboldu.

Buyurdu ki: “Allahü teâlâyı tanıyana hiçbir şey gizli kalmaz.”

“Ey insan! Bu fânî hayatta Allah korkusunu kalbinden çıkarma!Kurtuluş çâresi O’na itâattedir.”

“Yüksekliği aradım, tevâzûda buldum Başkanlık aradım, halka nasîhatta buldum. Neseb aradım, takvâda buldum. Şeref aradım, kanâatte buldum. Râhatlık aradım, zühdde buldum. Zenginlik aradım, tevekkülde buldum.”

VEYSÎ;

Osmanlı edip, şâir ve târih yazarlarından. Asıl ismi Üveys ibni Mehmed’dir. Alaşehirli Kadı Mehmed’in oğlu olup, 1561’de Alaşehir’de doğdu. Mükemmel bir tahsil ve terbiye gördü. Kâdı tâyin edildi. Mısır, Anadolu, Rumeli ve Üsküp’te çok bulunduğundan “Üskübî” lakabı verildi.

Veysî, edebiyat türlerinden inşâda meşhur eserler verdi. İnşânın en büyük mümessilidir. Münşilerin pîrî kabul edilir. Kelime ve gruplarını kâfiyelendirerek bir iç ahenk, aynı mânâdaki kelimeleri yan yana kullanarak nesri süslerdi. Kuvvetli bir şâir olup, Dîvân yazmıştır. Hicvi çok kuvvetlidir. Siyer-i Veysî denilen Dürret-üt-Tac fi Sîreti Sâhib-il-Mi’rac, Habnâme-i Veysî de denilen Habnâme ve Münşeat adlı eserleri vardır. Veysî, Üsküp’te 15 Ağustos 1628’de vefât etti; kabri buradadır.

Yapılan Yorumlar

Henüz kimse yorum yapmamış.

Bu sayfada yer alan bilgilerle ilgili sorularınızı sorabilir, eleştiri ve önerilerde bulunabilirsiniz. Yeni bilgiler ekleyerek sayfanın gelişmesine katkıda bulunabilirsiniz.

Yorum Yapın

Güvenlik Kodu